12 Eylül, devlet düzenini ciddi anlamda yeniden yapılandıran bir teşebbüs. TBMM'nin kapısına kilit vurdu, sonra istediği kişileri seçerek Kurucu Meclis oluşturdu. Onlarla yeni bir anayasa yaptı. Çeşitli kurumlar ihdas etti. Kemalizm'i sağ üzerinden üretti. 27 Mayıs'ın sol siyasal lehçe ile kullandığı devrim yerine, 12 Eylül sağ siyasal lehçe ile ihtilal dedi. Yüz binlerce insanı sistematik bir şekilde işkenceden geçirdi, fişledi, işten attı, Diyarbakır Hapishanesi olgusuyla PKK'yı üretti.
Darbecilerin, devrim veya ihtilal kelimelerini kullanması epeyce bilinçli. Burada derin bir öykünme var. Darbeyi devleti ve toplumu topyekûn pozitif değiştirme hamlesi olarak görüyorlar. Fransız İhtilali gibi büyük bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Toplumsal düzeni baştanbaşa değiştireceklerini ve darbeyle bütün meselelerin altından kalkacaklarını düşünüyorlar. Mao, Lenin ve Humeyni devrimcilerdi. Büyük siyasi ve toplumsal değişimlere giriştiler. Fakat Baas Partisi (Hafız Esad, Saddam Hüseyin), Nasır ve Kaddafi'nin yaptıkları tamamen darbeydi. Fakat hepsinin de ortak özelliği asker olmaları, orduyu kullanmaları ve devrim yaptıklarını düşünmeleri.
12 Eylül'ü yapanlar da askerdi, onlar da ordumuzu kullanmışlardı, onlar da ihtilal yaptıklarını düşünüyorlardı. Türkiye'yi geri kalmışlıktan kurtaracaklar ve çağdaş medeniyete kavuşturacaklardı. Yeni bir meclis ve yeni bir anayasa ile bütün meselelerin altından kalkacaklardı. Türkiye'deki darbelerin Arap dünyası ve İslam dünyasından farkı, darbecilerin askeri kadroları ile hep iktidarda kalmamaları. Ernest Gellner de buna işaret eder. Darbecilerin istedikleri yapısal değişmeleri yaptıktan sonra kışlalarına çekildiklerini söyler. Fakat bu kısmi olarak doğrudur. Çünkü ürettikleri yeni kurumlar ve yeni anayasa üzerinden bütün baskıları örtük bir şekilde devam eder. Kurumlar üzerindeki etkilerini sürdürürler. OYAK (ki 27 Mayıs Darbesi ile kurulmuştur) gibi ayrıcalıklı ekonomik yapılar korunur.
Türkiye, bir darbeler geleneğine sahip. Birinci Meclis'in tasfiyesi, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat ile beş tane darbe yaşamışız. 15 Temmuz'da ise püskürtüldü. Ortalama her yirmi yıla bir darbe düşüyor. Bu darbeler işkenceler, takibatlar, baskınlar, idamlar, susturmalar, damgalamalar, işten atılmalar, aile parçalanmaları gibi siyasi ve toplumsal dramlara yol açar. Sadece insanlar tutuklanmaz. Bütün toplum darbenin büyük gözü ile kontrol, takip, kayıt ve işleme tabi tutulur. Topluma yönelik bu müdahalelerle toplum "tutuk" hale gelir. Susar, konuşamaz, kekeme olur. Kendisini ifade edemez, özgüvenini kaybeder, irade beyanı yönleri zayıflar. Üretme kapasitesini fiiliyata geçiremez.
Darbeler ile sadece toplum tutuk hale gelmez, siyaset de tutuk hale gelir, demokrasi de. 12 Eylül darbesi ile bütün siyasal partiler kapatıldı, liderleri tutuklanarak hapse atıldı, siyaset onlara yasaklandı. "Siyaseten katl" yaşatıldı. Siyaset yeniden bir ölüm oyunu olarak imgelendi. Tehlikeli, uzak durulması gereken bir olgu. Babalarımız biz çocukları üniversiteye gönderirken "aman siyasetten uzak durun" diye tembih ederdi.
Darbe ile beraber tutuk hale gelen demokrasi, sivil siyasi temsil kabiliyetinden uzaklaşır. Partilerin ve siyasetçilerin iradeleri taşmaz. Başlarında hep darbecilerin kılıçları sallanır. Budanan demokratik kurumlar ve üretilen kontrol ve gözetim kurumları ile sivil siyaset güdük kalır. Muhalefet, özgürce eleştirilerde bulunamaz. Siyasal partiler kurumsallaşamaz. İki de bir kapatılarak gelişmelerine izin verilmez. Liderleri tutuklanarak, kulakları çekilerek korkutulur. Türkiye sosyolojisi ve Türkiye demokrasisi kendisini özgür bir şekilde milli iradeyle sahneleyemez. Vesayet rejimleri, ara rejimler, otoriter rejimler ile beraber yaşamaya mecbur kalır.
Darbelerin ürettiği tutuk halden çıkmak için öncelikle demokrasiyi kanıksayan, insan haklarına inanan, düşünce özgürlüğüne ve muhalefete saygı duyan bir zihni geliştirmemiz gerekir.