Hukukçular, yeni anayasa yapmayı yeni paradigma oluşumundan uzaklaştırıp, cari paradigmanın revizyonuna çevirdi. Darbe düzeni, antidemokratik bir sistemi inşa ettikten sonra, sadece demokratik seçim yapma imkanı sağladı. Düzenin değişimini de 2/3 şartına bağladı. Kötülük “demokrasi” yoluyla süreklileştirildi.
İki kötülük dedik, ama kötülükleri sıralamakla bitmez. Örneğin, demokratik siyasal geleneklerin oluşmasını engelledi. Siyaset, resmi ideoloji borazanlığı ile bu çerçeve dışında demokratik siyaset yapabilme imkanı olmadığından dolayı kaçınılmaz olarak ahlaki dejenerasyon ikilemine hapsedildi.
Elbette bu durum toplumsal siyasetin radikalleşmesini kaçınılmaz kıldı. Toplumsal muhalefet iktidar şansını yakaladığında da, nasıl bir inşa sorusuna hemen cevap veremedi ve siyaset başka bir yapısal kriz ile karşı karşıya kaldı. Radikalleşmenin diğer bir sonucu da muhalif siyasetin sistem analizlerinden çok ideolojik olarak kendini var etme çabası içine girmesi oldu.
O kadar hegemonik bir yapı oluşturdu ki, kimi muhalif gruplar da demokratik bir siyasetin parçası olmak yerine, aynen onlar gibi, devlet kurumlarını ele geçirmek suretiyle “dava”yı başarıya ulaştırabileceğine inandırdı.
Toplumsal ve siyasal dili zehirledi. Öyle ki, her bir sorunu çözmeye kalkıştığımızda, bu dil devreye girdi. Bu dile ideolojik olarak yakın olanlara hegemonik bir üstünlük sağladı, diğerlerini de bu dil içinde harekete mecbur bıraktığı için savunma pozisyonuna zorladı.
Siyasetsizleşme, ittihatçılığın ahlaken üstün, demokratik siyasetin ise yozlaşma, ahlaksızlık, çıkarcılık, bölücülük, ayrımcılık olarak kodlanmasına yol açtı. “Benim siyasetle ilgim yok”, “kendimi hiçbir siyasi partiye yakın hissetmiyorum” şeklindeki söylemler, neredeyse bir erdem olarak sunuldu uzun süre.
Kurduğu sistem demokratik siyasete pek elverişli olmadığından, siyaset daima ontolojik bir hal aldı, yani ötekiyle yan yana ve ortaklaşa bir varoluş çabası yerine, ötekini yenme, ötekini hegemonyası altına alma, çoğu zamanda ötekinin varlığını ortadan kaldırma mücadelesi olarak görüldü.
Toplumun ‘bilemeyeceği’ Anayasa
Evet, bu kötülükler saymakla bitmez.
Ancak bu yazıda esas derdim, iki büyük kötülüğe değinmektir.
Birincisi millete ait olan egemenlik ile bu egemenliğin ifadesi olan anayasal düzen arasındaki ilişkiyi koparmış olmalarıdır. Ürettikleri siyasal kültürde, evet, egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir, ancak millet, anayasal düzenin ne olması gerektiğini bilmez. Öyle olunca anayasa yapımının da millet ile ilgisi yoktur. Anayasa meselesi hukukçuların bilebileceği bir iştir. Hukukun üstünlüğü ifadesini kullanırlarken dahi, bununla topluma ait ve toplum tarafından üretilen bir hukuku kastetmedikleri aşikar.
O zihniyet, hukuk ile toplum, anayasa ile millet arasındaki ilişkiyi kopardı. Koparınca yine kendi sistemlerinin ürünü olan hukukçuların bu alanın aktörleri olmasına imkan sağladılar: Vesayetin diğer bir görünüm biçimi...
Bu sayede, örneğin 80 darbecisi gönül rahatlığı içinde gidip ahir ömrünü kulüplerde geçirebilir veya Ayvazovski yahut Rembrandt olmaya karar verip kendini ressamlığa adayabilirdi.
General Evren(giller)in “Siviller anayasa yapamaz” derken bizim farkında olmadığımız bu yalın gerçeği çok iyi biliyorlardı. Yeni Anayasa Platformu mensubu bir iletişimci arkadaşımız bir baro başkanının “Hukukçu değilseniz, anayasa sizi ne ilgilendirir” tepkisiyle karşılaştığında bu yüzden şaşırmamıştım. Meclis Anayasa Uzlaşma komisyonu çalışmalarına başlayınca, yine bu sütunlardan “Anayasayı yazarken, bu işin özü hakkında, en azından darbeciler kadar fikir sahibi olsanız ne olur yani” diye bir serzenişte bulunmuştum.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun açıklanan tutanaklarına bakıldığında, hukukçuların nasıl hızla, işi yeni bir paradigma oluşumundan uzaklaştırıp, cari paradigmanın revizyonu ve restorasyonuna dönüştürdüğünü görebiliyoruz artık.
Buna kötülüğün hukuk(çu) yoluyla süreklileştirilmesi diyebiliriz.
Demokrasicilik oyunu
İkinci temel kötülük ise şurada:
Darbe düzeni, antidemokratik yöntemlerle antidemokratik bir sistemi inşa ettikten sonra, sadece demokratik seçim yapma imkanı sağladı ve bunu sistem demokratikmiş gibi gösterdi. Ardından, sistemin değişimini de demokratik meşruiyet şartlarına bağladı. Darbe ile dayattıkları düzenin değiştirilebilirliğini, demokratik usullere ve müzakerelere, uzlaşmaya ve sonuçta 2/3’lük bir şarta bağladılar.
Hiçbir darbe düzeni toplumun bir kesiminin desteğine sahip olmadan ayakta duramayacağına göre, bu düzenin değişimini 2/3’e tabi kılmak demek, darbe düzeniyle sosyo-ekonomik varoluşsal ilişki içinde olan kesitinin onayına tabi tutmak demek. Daha somut bir ifadeyle o parlamentoda cari düzenin değişmesini istemeyenlerin onayına tabi tutmak demek.
Bunun ne anlama geldiği çok açık değil mi? Toplumun en fazla 1/3’ünü oluşturan bir kesimin antidemokratik iradesi, toplum 2/3’üne anayasa olarak dayatılmış durumda.
Normal şartlarda ilk defa demokratik bir anayasal düzen oluşturacak bir toplumda en fazla “özgürlük” güvencesi talep edebilecek bir kesit, toplumun ezici çoğunluğunun “şoven, militarist ve etnisist olmayan, toplum merkezli, ademi merkeziyetçi” bir anayasa talebini bloke edebilmiş durumda. Bu blokaj devam ettiği sürece, durumumuzu açıklayan husus “anayasa yapamama” değil, “darbe düzenine mahkumiyet” olarak açıklanabilir.
Darbeciler bunu çok iyi bildikleri için 27 Mayıs veya 12 Eylül sonrasında kısa sürede sözüm ona demokrasiye izin verdiler.
Bunun demokrasiye değil, sadece bu durumu perdeleyecek bir demokrasicilik oyununa, esasında kötülüğün “demokrasi” yoluyla süreklileştirilmesi aşamasına geçiş olduğunu herhalde bugün görüyor olmamız lazım.
Demokrasiye yapılacak en büyük kötülük, onun seçim mekanizmasını antidemokratik bir düzene eklemlemek, onun perdesi kılmaktır.
Zira antidemokratik bir sistem, demokratik araç ve argümanlarla dokunulmaz kılınıyor.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu tutanaklarından bu iki büyük kötülüğü gördükten sonra, bu girişimin sonlanmış olmasından üzüntü duymak pek mümkün olmasa gerek.