Mısır’ın Ankara Büyükelçisi Abdurrahman Salahaddin Türkiye’den ayrılırken tehdit gibi açıklama yapıyor; “Türkiye’den gelen açıklamalar Mısır’da olumlu görüntü yaratmıyor, bu durum Türkiye ekonomisini ve Türkiye’nin körfez ülkeleri ile ilişkilerini olumsuz etkileyecektir.” Tehdide bakar mısınız; kendi ülkesi adına da değil, darbe destekçisi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibilerini de kastederek havaalanında parmak sallayan bir büyükelçi. Hiç de diplomatik olmayan bu dil tam da darbeci-faşist bir ülkenin temsilcisine yakışıyor ve aslında darbecilerin dünyasını da anlatıyor. Silahlı güce dayanan bütün iktidarlar aslında en korkak iktidarlardır, bunun için sürekli tehdit ederler, yaşı yetmişe dayanmış dün ‘liberal’ bugün faşist-bunak- ihtiyarlar gibi, hepinizi deftere yazdım, hesap soracağım derler, çünkü geriye kalan ömürleri kısadır. Ölüm korkusu kapıdadır. Ve tabii ki can havliyle saldırırlar; ölürken öldürmek faşizmin ‘abc’ sidir. Ayrıca bu ‘deftere yazmak’ -fişlemek yani- derin devlet jargonudur... Nerden öğrendi dersiniz...
Faşizm ve diplomasi
Birdenbire faşizmin zırhına bürünerek kimlik değiştirme başarısı gösteren şu Mısır Büyükelçisi’nin Türkiye ekonomisi ile ilgili iddiasına geleceğim ancak şunu da -bir an önce- söylemem gerekiyor: Bu hafta olanlar şunu gösterdi; eskiden Batı ve daha çok da Amerika kendi çıkarları gereği, ‘azgelişmiş’ ülkelerdeki darbe süreçlerini,açıktan, destekler hatta o bölge ile acil bir çıkarı varsa öne de çekerdi. 21. yüzyılın başında şu söylenmeye başlandı; ‘artık bu yüzyılda darbeler batı tarafından desteklenmez, çıkarları bu yönde değil, dolayısıyla darbe olmaz, darbe tehlikesi kalktı.’ Oysa bu büyük bir yanılgıydı... Brezezinski, zaten G.W. Bush’un büyük yenilgisini eleştirirken, Batı’nın, içinde bulunduğu ekonomik krizden siyasi olarak nasıl çıkacağını formüle ediyor ve aynen bugün Mısır’da olanları ‘İkinci Şans’ kitabında anlatıyordu.
Darbeleri yalnız halklar önler...
Brzezinski’nin kitaptaki en önemli tespiti, içine Türkiye’yi de alan ve Çin’e kadar uzanan yeni bir ‘Asya-balkanlaşma’ haritası çizmesidir. Bu harita, Ankara’dan başlıyor; sonra Arap yarımadasını, K. Afrika kıyılarını oradan da tüm Kafkasya’yı içine alarak, Rusya’nın sonsuz ama enerji yatağı bozkırlarından geçiyor ve Çin’in kaynayan bölgelerine uzanıyor... Bütün bu bölge, bilindiği gibi, ilk önce Baba Bush’un sonra da George W. Bush’un yeni bir Amerikan hegemonyası kurmak için ‘savaş bölgesi’ ilan ettiği yeni balkanizasyon alanıydı. Sonuçta Batı sanıldığı gibi, 20. Yüzyılda derbeleri destekledi şimdi böyle değil tezi yanlıştı. Darbeler, ancak ve ancak halkın direnişiyle karşılaşırsa olmaz ya da geri döner. Bu Mısır’da ispatlandı. Hatta biz farkında değiliz ama bu, Türkiye’de de ispatlandı. 2002’den 2008’e, kör gözüm parmağına, olanları bir kenara koyun, yalnız 2008’de 20. Stand by olarak tarihe geçecek IMF anlaşmasının Türkiye’ye dayatılmasıyla başlayan ve AK Parti’nin, aynı günlerde, kapatılma davası ile devam eden süreci de, Türkiye Batı’ya rağmen omuzlamış ve atlatmıştır.
AB ve ABD Türkiye’ye nasıl bakıyor?
Amerika ve AB, hiç bir zaman Türkiye’nin askeri faşizmden çıkış sürecini bir İspanya’nın Franko rejiminden çıkış süreci ya da İtalya’nın ‘Temiz Eller’ süreci gibi görmemiştir. Ergenekon ve Balyoz Davaları’na ‘bizim tarihsel ittifaklarımız temizleniyor’ arka plan düşüncesiyle bakılmış ve buna bağlı olarak, zaman zaman bu davalarla ilgili bizim içerdeki ulusalcı faşist cepheyle parelel söylemler ve asılsız iddialar Batı tarafından dillendirilmiştir.
Teknotrat hükümet isteyenler...
O halde bugün görüyoruz ki, ‘Türkiye AB’ye tam üye olursa kemiksiz ve geri dönüşsüz bir demokrasi gelecek’ tezi de bugün olanlardan sonra yanlışlanmış oluyor. Aslında bu tez, tek başına, tarihsel ve güncel bir mantıksızlığı ve tutarsızlığı da içeriyor.
Bu krizde, gördük ki, AB ‘demokrasisi,’ Yunanistan ve İtalya’da teknotrat hükümetleri içine sindirdi. Böyle olunca, Türkiye, bu AB’ye yarın tam üye olmaya kalksa, şunun denmeyeceğini kim garanti edebilir: ‘Bakın bu böyle olmuyor, IMF ile anlaşma yapmıyorsunuz, gereksiz büyüme, faiz düşmanlığı, ziyan edilen ‘liberal ihtiyarlar’ sorunu falan gerçekten olmuyor, en iyisi bir teknotrat geçiş hükümeti gelsin, bu süreci iyice olgunlaştırıp, tıpkı Lozan’daki gibi kılçıksız bir Türkiye’yi teslim etsin bize’... İnanın bu, AB’de Merkel gibilerin Türkiye için ‘tam üyelik’ rüyası ,yani tam üyelik olacaksa böyle olsun- olduğu gibi bizim ‘ihtiyar liberallerin’ de tam da istediği bir şey, buna kalıbımı basarım. Şu an teknotrat bir hükümet için, ilerlemiş yaşına rağmen tank operatörlüğü kursuna para verip katılacak kaç ihtiyar ‘liberal’ sayarsınız... Türkiye’nin AB hedefini bir kenara koyalım demiyorum, ama AB’yi de yeniden inşa edecek yeni bir yol haritasını önümüze koyalım. Bu AB bitti...
2008: Büyük kırılma noktası
Gelelim şu postalcı Mısır Büyükelçisi’nin Türkiye ekonomisiyle ilgili görüşlerine...
Büyükelçi’nin aklındaki ekonomi algısı, bize IMF anlaşması dayatanlarla aynı... Yani siz üretmeyeceksiniz, size dışarıdan birileri sermaye akıtacak, borç alacaksınız, o borçla enerji işini de haledeceksiniz. Militarist-geleneksel dışa bağımlı sektörler ve bunları elinde tutan oligarşinin denetiminde bir yoksulluk ekonomisi bu... Oysa Türkiye burayı, 2008’de IMF anlaşmasını ve kapatma davasını geldiği yere yollayarak geride bıraktı. Enerjide geçiş ülkesi olmaktan çıkarak, stratejik bir fiyat ve üretim belirleme merkezi olmaya doğru giden bir Türkiye var bugün... Sanayide, bütün olumsuzluklara rağmen, kriz sürecini aşmaya dönük adımlar atıyoruz. Mısır’dan darbeciler ve Suriye’den Esad gitmezse esas o zaman Türkiye bundan olumsuz etkilenir.
Bu anlamda yeni bir Lozan’a teslim olmayacağız, tam aksine onu aşacağız.
Bu arada şunu hatırlatayım; 2008’de IMF anlaşmasına Başbakan neredeyse tek başına dinenirken bizim ihtiyar ‘liberaller’ o zaman anlaşma yapalım diyordu, TÜSİAD ile birlikte... Peki bugün Mısır darbesine yüksek sesle karşı çıkmayan bu ‘beylerin’ o zaman AK Parti davasına içeriden ‘aslında kapatsalar ne iyi olur’ dediğini de tahmin ediyoruz değil mi?