Mısır’da katliam, Suriye’de kimyasal silahlar ve şimdi de Lübnan’daki patlamalar. Kelimenin tam anlamıyla bir hesaplaşmanın ifadesi tüm bunlar.
Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte özellikle İslam coğrafyasının kodlarını oluşturanlar, sınırları çizip yönetimlerin yapısını belirleyenler, eninde sonunda bu dikişlerin patlayacağını elbette biliyordu.
Bir asır boyunca bu yönetimlerin ve ülkelerin, elbette kaynaklarıyla birlikte kendi kontrollerinde olması için ellerinden geleni yaptılar. Gün oldu hanedanlar, gün oldu albaylar, cuntalar eşlik etti sömürgecilere. Eninde sonunda bir şekilde halkları baskı altında tutan rejimlerle yollarına devam ettiler.
Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği bu dayatmalara karşı çıkışın miladı oldu. İslam dünyasının dört bir yanında bu düzene hayır diyen çıkışlar, hareketler ve modeller ortaya çıktı.
Henüz kayda değer bir başarıdan, kalıcı ve sahici bir modelden söz edebilir miyiz? Elbette tartışılır. Ama Arap Baharı dahil bu süreçler ve ayağa kalkışlar üzerine kim ne derse desin, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Olamaz da.
İşte tam da bu nedenle, Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, İslam dünyasının dört bir yanında, özellikle de Türkiye’de olup biten ve planlanan her şey birilerinin bölgemizi ve coğrafyamızı yeniden şekillendirme çabası. Geçmişten farkı, bu kez her şeye evet diyen, işbirliği yapmaya hazır yönetimlerin ve anlayışların olmaması.
Elbette Suudi Arabistan ve Körfez örneklerinde olduğu gibi, geçmişi ve kendi payını koruyup boyun eğmeye hazır yönetimler var. Yahut Suriye’de ve Mısır’da olduğu gibi, kan dökmek, katliam yapmak dahil her türlü yöntemle geçmişi ayakta tutmaya çalışan güçler de var. Bunları aşabilmek, halkların kendi iradesinin galip gelmesini sağlamak için çok uzun bir yol var önümüzde.
Ancak tüm bu çatışmaların ve hesaplaşmaların ortasında, kurulacak yeni düzene damgasını vuran, sadece çıkar merkezli dış politikaya hayır diyen, ilkelerden söz eden bir Türkiye var. Kimse bunu artık yok sayamaz. Kimse bunu görmezden gelemez. Kimse günü birlik hadiseler üzerinden tuhaf tezler üretip bu duruşu ‘yenilgi’ sayamaz.
Türkiye, bu coğrafyada halklara hitap edebilme özelliğini koruyan tek ülke. Bunu küçümseyip dudak bükenler, ya geçmişin köhne düzeninin devamını isteyenler ya da olup biteni anlamakta güçlük çekenler. Bugün kanla, katliamla, kimyasal silahla, darbeyle, petrol parasıyla geçmişin sömürge düzenini korumak isteyenler, yakın bir gelecekte o düzenin parçası olan kuklalar, diktatörler, ordular birer birer devrilince ne yapacaklar acaba.
Türkiye’nin tezi barış, açıklık ve halklara dayanan yönetimler. Aksini söyleyen tek bir tezi, iddiası ve desteği yok. Suriye’de bunu söyledi, ne kadar haklı olduğunu anlamak için daha kaç katliam olması gerekiyor! Mısır’da bunu söylüyor, haklı olduğunu söylemek gerçekten bu kadar zor mu?
Bu coğrafyada, Kraliyet’in, Atlantik ötesinin ve onların kuyruğundaki rejimlerin değişmesini istemek, millet iradesinden bahsetmek, bunu sadece kendisi için değil, tüm dünya için dile getirmek suçsa; evet Türkiye uzun zamandır bu suçu işliyor, işlemeye de devam edecek.
Soru şu: Bunun doğru olmadığını söyleyenler neyi savunuyorlar, ne söylüyorlar? Bu ateşi, kaosu yakıp ortaya çıkaran Türkiye mi? Gerçek sorumlular yerine Türkiye’ye saldırmak niye bu kadar kolay? Daha kaç Halepçe, kaç Adeviyye, kaç Şam ve Halep lazım onları ikna etmek için. Daha kaç Esma’yı feda etmek gerekiyor bunca zulmü anlamak için.
Yazık...