Kemalizm denilen şey, aslında Rousseau’cu bir ideolojinin Türkiye yansıması mahiyetinde. 1925-1945 arası bütünüyle totaliter bir rejime dönüşen yapının sonrasında biraz “soft” hale gelmesini, yani prefaşist aşamada kalmış olmasını “Sovyet” ve “İslam” tehdidi nedeniyle kapitalist batı bloku ile ittifak içinde kalmışlığa verebiliriz. Peki bugünün Türkiye’sinde Cumhuriyetçi ideolojinin dışında bir siyasal parti var mı? Bu soruya “evet” cevabını vermek hayli zor.
Geçen yazıda ifade ettiğim gibi, Cumhuriyet, devletin dıştan görülen kılıfıdır. Anayasal düzen bu devletin kendisidir. Devleti belirleyen temel soru ise hangi siyasal tasavvura/ideolojiye sahip olduğumuz. Yani cumhuriyete değil, onun ideolojisine bakmak daha doğru.
Modern bir ideoloji olarak Cumhuriyetçilik Rousseau’nun toplum sözleşmesi teorisine dayanır. Toplum sözleşmesinden söz açılmışken, bunun Locke’un daha önce ortaya koyduğu liberal teorisinden oldukça farklı olduğunu belirtelim.
Aydınlanmasını tamamlamış, içinde barındırdığı toplumsal farklılıklarla ilişkisini evrimci-reformist bir yöntemle çözen İngiltere’de, Locke’un bireyi ve sivil toplumu merkeze alan toplum sözleşmesi teorisi Fransa’ya doğru yol alırken, birey ve sivil toplum “ada”da kalır. Sözleşme kavramı da içerik değişimine uğrayarak Rousseau’nun zihninde farklı bir bağlama oturur. Bu bağlam oldukça radikaldir ve müdahaleciliği gerektirir.
Denizaşırı kolonilerde üstünlüğünü İngiltere’ye kaptıran, bu nedenle toplumsal eşitsizlik sorunlarının derinleştiği, geleneksel sınıfsal yapısının toplumun sırtında bir yüke dönüştüğü bir ülkede, sorunlara cevap üretmeye çalışan düşünürlerin radikal çarelere savrulması şaşırtıcı değil.
Bu nedenle Locke’deki bireysel özgürlüğü güvence altına alan Jandarma devlet, Fransa’ya geçildiğinde yerini toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırması gereken total devlete doğru evirilir. Fransa’nın katmanlı sınıfsal yapısına duyulan alerji bir yandan monarşinin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır, diğer yandan “özgürlük” düsturu “birey” ve “sivil toplum” ilişkisinden koparılarak “kardeşlik ve eşitlik” terimlerine eklemlenir.
‘Eşitleyiciliğin’ yarattığı yıkımlar
Özgürlük önemlidir. Ancak dayanışma ve eşitlikle, yani sınıfların ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir bir ideali yansıtır. “Zaten var olan ve dokunulmaması gereken” bir imkan olarak özgürlük tasavvuru, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiğinden dolayı kabul edilemez. Dolayısıyla sadece devletin dış görünümü olarak cumhuriyet tek başına bir anlam ifade etmez. Toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Siyasal yapılanma bu tercihe uygun olarak biçimlenmelidir.
Dolayısıyla bu tercihin kendi içinde bir totalite iddiasını barındırdığını ve 20. Yüzyıl totaliter rejimlerini beslediğini söylemek yanlış olmaz.
Cumhuriyetçi ideolojinin Fransa’ya egemen olmasının ardından “eşitleyici” siyasal yapılanmaların yarattığı yıkım yüzbinlerce insanın canına mal oldu. Terör dönemi olarak nitelenen bu dönemdeki yıkımlara, Fransa’nın kendi sınırları dışında yol açtıklarını eklemiyorum.
Bu ideoloji temelde anti liberal ve anti bireycidir. Demokrasi ve katılım kavramlarına yaptığı vurgu, kardeşlik ve dayanışma ekseninde ve apriori olarak üretilmiş ideallere ulaşma misyonu çerçevesinde anlam ifade eder. Birey değil, cumhuriyetçi ideallerle bütünleşmiş “yurttaş” esastır. Haklar ancak eşitlemenin gerçekleştiği bir “sınıfsız-ayrıcalıksız-kaynaşmış” bir toplumda, o toplumu mümkün kılan bir siyasal yapılanma sayesinde mümkündür. Cumhuriyetçi ideolojinin eğitim üzerinden toplumu dizayn etme çabası boşuna değil. Birlik ve bütünlüğün dışında birey tasavvuru anlamsızdır, ahlaken yozlaşmaya tekabül eder. Tüm ideolojilerde olduğu gibi mistifikasyonlara, marşlara, retoriğe, toplu gösterilere, şiddetin estetizasyonuna, genç ve kadın mobilizasyonuna ihtiyaç duyar. Eğitim sistemi bu yüzden sistemin merkezinde yer alır.
‘Olması gereken’ odaklı ideoloji
Liberalizmin tersine, dayanışmacılığa, bütünlüğe, değerlere vurgu yapar ve devlet alanının dışında onun sınırlarını çizen bir sivil topluma pek sıcak bakmaz. Toplumsal sorunlar sadece devlet eliyle çözümlenebilir niteliktedir. Bu yüzden de modern demokrasilerin temel parametrelerini esasen reddeder. Farklılıkların reddi üzerine kurulu homojenleştirici bir ideoloji olduğundan, çoğulculuk fikriyle ontolojik olarak çatışır. Bireyin topluma feda edildiği Germen romantizminin ifadesi olan “organizma olarak toplum” anlayışına yakınlaşır, Marksizm’in yanında, Nasyonal Sosyalizmin de beslendiği bir kaynağa dönüşür.
İnsanların içinde bulunduğu durum ile yetinilmez ve toplumsal bir ideal üretilir. Siyasal sistem, toplumu o ideale hazırlamak, taşımak ve ona göre yeniden biçimlendirmek yeteneğiyle donatılmalıdır. Liberalizm “olan”a odaklandığı halde cumhuriyetçi ideoloji bir “olması gereken” tasavvuruna odaklanır.
Birey tüm özgürlüklerini cumhuriyete devrederek yurttaşa dönüşür. Cumhuriyetin verdiği eğitimle eşitsizlikler giderileceğinden dolayı, herkes eşit kılınmış ve sonuç olarak da özgürleşmiş olur.
Ademi merkeziyetçi bir siyasal yapının toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırma ve ideale ulaşma hedefini gerçekleştirmesi imkansız olacağından, siyasal yapı elbette merkeziyetçi olacaktır.
Evet, Rousseau’cu cumhuriyetçilik ideolojisini, sonraki yansımalarıyla birlikte böyle anlatabiliriz.
Rousseau’cu bir cumhuriyet
Fransa’yı Rousseau’nun bu totaliter mirasını yumuşatmaya sevk eden husus, yükselen Alman tehdidinin onu İngiltere ve ABD cenahında yer almaya zorlamasından başka bir şey değil. Bu tarihsel süreç, Fransa’yı, halen devam edegelen kimi uygulamalarına karşın, demokrasi cenahında konumlandırmış durumda.
Peki ya Türkiye?
Cumhuriyetçi ideolojinin özelliklerine bakıldığında, bunun Cumhuriyet öncesinde de geçerli olduğunu, tüm ittihatçılarla birlikte Mustafa Kemal’in de Rousseau’cu bir cumhuriyet tasavvuruna sahip olduğu ve 1923 sonrası sistemi buna göre inşa ettiği çok açık. Bugün içinde yaşadığımız sistem, tam anlamıyla bu. Fransa’ya göre daha kaba saba ve daha hoyrat...
Dolayısıyla Kemalizm denilen şey, aslında Rousseau’cu bir ideolojinin Türkiye yansıması mahiyetinde.
1925-1945 arası bütünüyle totaliter bir rejime dönüşen yapının sonrasında biraz “soft” hale gelmesini, yani prefaşist aşamada kalmış olmasını “Sovyet” ve “İslam” tehdidi nedeniyle kapitalist batı bloku ile ittifak içinde kalmışlığa verebiliriz.
Peki bugünün Türkiye’sinde Cumhuriyetçi ideolojinin dışında bir siyasal parti var mı?
Bu soruya “evet” cevabını vermek hayli zor.
Gerekçesi sonraki yazıya...