Dolmabahçe görüşmesinden sonra iki şeyin altını çizmiştim: 1. Kandil seçim öncesinde asla silah bırakmaz. 2. HDP, Kandil’in silahları olmadan zinhar seçime girmez.
Öcalan’ın “silah bırakın!” çağrısına Kandil’in ve HDP’nin zahiren destek veriyor görüntüsü oluşturacağına ama gerçekte bu çağrıyı sabote edecek girişimlere süreç içinde yönelebileceğine değinmiştim.
Bu analizi, Kandil’in de HDP’nin o üst aklın marifetiyle AK Parti’ye karşı konuşlandırıldığı için böyle davranmak mecburiyetinde olduğuna dair inancıma dayanarak yapmıştım.
Kandil’in o sekter sosyalist ve savaş yanlısı baronlarının tescilli AK Parti düşmanı olduğunu söylemeye gerek yok. AK Parti düşmanlığının hükümet/devlet olmakla bir alakasının olmadığını söylemek bile gereksiz. Özünde ideolojik-siyasi gerekçeler yatıyor. Erdoğan’ın/AK Parti’nin şahsında somutlaşan ideallere Kandil’in/HDP’nin düşmanlığı var asıl. Zaten bu yüzdendir ki Kandil devletle değil asıl AK Parti’yle bir savaşım içinde. Toprak talebi olmadığını açıklayan bir örgütün devletle savaştığı iddiası zaten inandırıcılıktan yoksun. Kandil’in siyasi aracı konumunda olan HDP’nin varlık nedenini Erdoğan’ı başkan seçtirmemek ve AK Parti’yi iktidardan alaşağı etmek biçiminde formüle etmesi de gerçekte bu savaşımın ideolojik/siyasi olduğu gerçekliğini alenen önümüze koyuyor.
Bu yüzdendir ki Öcalan’ın açık çağrısına Kandil’in de HDP’nin uymayacağını iddia etmek, basit bir akıl yürütmeyle varılabilecek aleni bir gerçek iken o sıralar birileri bizi neredeyse çözüm sürecinden rahatsızlık duyan kişi konumuna indirgemekte bile sakınca görmemişti.
HDP’nin Kandil’den aldığı cesaretle şımarık ve sekter bir tutuma yönelmesi karşısında iyi ki Cumhurbaşkanımız Erdoğan düğmeye bastı da AK Parti açısından muhtemel bir siyasi faciaya yol açabilecek bir sürecin önünü tıkadı.
Diyadin saldırısının şifresi
Ağrı Diyadin’de çözüm sürecine kurşun sıkılmıştır. Daha doğrusu, çözüme kurşun sıkılmıştır.
Kandil silah yoluyla siyasi sonuçlar devşirmekten vazgeçmeyeceğini hem alenen ortaya koymuştur, hem de Öcalan’ın çağrısına uymayacağını somut bir biçimde göstermiştir.
HDP, Kandil’in silahları olmadan siyaseten bir hiç olduğunu bu olayla bir kez daha göstermiştir.
Kandil’in çözüm sürecine yönelik sabotaj girişimine karşı durmak yerine silahları meşrulaştıran ve haklılaştıran bir pozisyon üzerinden TSK’ya ve Hükümete yönelik suçlamalar getiren HDP gerçekte Türkiyelilik iddiasında da Kürtlük iddiasında samimi olmadığını alenen ortaya koymuştur.
Diyadin saldırısının şifresini tek başına bu olayla okumak doğru değildir.
DHKP-C’nin başlattığı ve PKK’nın sürdürmeye kararlı olduğu bu silahlı mücadele o üst aklın seçime ayarlı siyasetini gösteriyor.
HDP’nin “Türkiyelileşmek” iddiası altında Dev-Yol örgütünün eski gerilla komutanlarından ve DHKP-C’nin kurucu babası olan Dev-Sol’un eski üst düzey yöneticilerinden birini listesinden aday göstermesi, bu tür örgütsel yapıların hem Kandil ile yeni dönemdeki alışverişini gösteriyor, hem de HDP’nin şiddetle göbek bağını kesmeye istekli olmadığını...
PKK silahları üzerinden Kürtlerin tehdit edilmesini ve Kürtlerin siyasal tercihleri üzerine bir ipotek konulmasını gayet haklı bulan bir HDP’nin Kürtlük iddiası ise tamamen boş bir iddiadan ibarettir.
PKK HDP’ye oy versinler diye kimi tehdit ediyor?
Kürt halkını...
HDP’nin gerçek yüzü
Kürt halkını silahlarıyla tehdit eden bir örgütün siyasi kanadı gibi çalışan HDP’nin Kürtlük iddiası gülünç olmuyor mu? Devlet adına birileri Kürt halkını tehdit ettiğinde ses yükselteceksiniz, ama kendiniz tehdit ettiğinizde haklılaştırma yoluna gideceksiniz, e pes vallahi... HDP’nin Kandil’in silahları marifetiyle kendisine haram oylar devşirmeye kalkışması demokratik siyaset açısından kabul edilebilir değildir. Çözüme sıkılan kurşun HDP’nin açık onayına mazhar olmamış olsaydı Demirtaş onca yalan üzerinden Hükümeti suçlayıcı davranmazdı.
Demirtaş’ın demokrasi anlayışına bakın
Demirtaş bilmiyorsa öğrensin, demokrasilerde ordu sivil-siyasi otoritenin emrindedir. AK Parti herhangi bir parti değildir, sivil-siyasi otoritenin bizatihi kendisidir. Devleti yöneten bir hükümet partisidir. Dolayısıyla TSK’nın Hükümetten aldığı talimat doğrultusunda kamu ve seçim güvenliğini sağlamaya çalışmasından daha doğal bir şey olamaz. Doğal ve meşru olmayan bir şey varsa, o da Demirtaş’ın Kandil’in sözcülüğüne soyunup terörü meşrulaştırmaya ve çözüme sıkılan kurşunu haklı göstermeye kalkışmasıdır. Demirtaş’ın tıpkı o beyaz Türkler gibi TSK’nın Hükümetin emrinde olmaması gerektiğine ilişkin söylemini savunuyor olması da demokrasi adına ziyadesiyle sorunlu bir yerde durduğunun delilidir.