İlk defa 100 yıllık derin yapılanmanın tehditlerinden bağımsız olarak toplum eksenli bir siyaset programı hayata geçiyor ve kadim sorunlar peyder pey çözülmeye başlıyor. Bunu Kürt milliyetçiliği de görmeye başladı.
Muhsin Kızılkaya “o yüzden bu sefer olacak galiba!” diye bitiriyor, Pazar günkü (27.1.13) Açık Görüş’teki muhteşem yazısında, bir önceki yazıma paralel değerlendirmeleri sıralayarak...
Biz yazımıza Ayhan Sefer Üstün başkanlığındaki İnsan Hakları Komisyonu Raporu’ndaki verilere atıfla devam edelim. Edelim, zira bu raporun ortaya koyduğu 30 yıllık bilanço var. Bu bilanço içeriği itibariyle çok önemli. AK Parti’nin iradesine paralel olarak doğru zamanlamaya da işaret ediyor.
Evet, 30 yılda tam 7 bin 918 kamu görevlisi şehit olmuş. 5 bin 557 sivil hayatını kaybetmiş. Çatışmalar sonucunda “ölü ele geçirilen” PKK’lı sayısı 22 bin 101. Bu sayılara PKK’nın iç infazları, derin devlet tarafından gerçekleştirilen faili meçhuller dâhil değil. 386 bin 360 kişi zorunlu olarak göç etmiş. Bunların tamamının bizim insanlarımız olduğunu unutmayalım.
Travmalara rağmen birlik
Bunun ekonomiye maliyetini yazmak yerine, “bununla ikinci bir Türkiye kurulurdu” demekle yetinelim. Tüm bu travmalara rağmen toplumun büyük çoğunluğunun ve Kürtlerin neredeyse tamamının birlikte yaşama iradesini ortaya koymuş olması, herhalde sadece terörün bu bıktırıcı etkisiyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır.
Bir önceki yazımda bunun daha farklı motiflerinin olduğunu dile getirmiştim. Ancak motifler ne kadar güçlü olursa olsun, ülkeye egemen olan iktidar yapısı, çözüm konusunda toplumdan farklı düşünüyor ve daha farklı bir siyasi ajandayla hareket ediyorsa, böyle bir sürecin başarıya ulaşması pek mümkün olmaz. Habur sürecinin başarısızlığını bu ifade açıklayabilir. İmralı sürecinin başarıya ulaşacağı beklentisi de bu ifadede saklı.
Türkiye’ye egemen olan siyasal yapıya kısaca göz atalım. Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerin bağımsızlık önerilerine itibar etmeyen Kürtler, Türklerle kader birliği etmiş, Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmıştı. Bu kader birliğinin şifreleri 1921 Anayasasında gizliydi. 1921 Anayasasının öngördüğü düzen, Kürt veya Türk hiçbir etnik kimliğin tercihlerine, inançlarına, diline ve eğitimine karışma iddiasında değildi. Hatta eğitim, ziraat, üniversite gibi önemli kararları yerel yönetimlere bırakmakta sakınca görmüyordu. Sakıncalı olması bir yana, birleştirici olduğu bu kader birliğinden kolaylıkla anlaşılabilmekteydi. Zaten herkesin kimliğiyle temsil edildiği ve Türkiye tarihinde bir daha eşine rastlayamadığımız Birinci Meclis’ten ancak böyle bir anayasa çıkabilirdi.
Katı merkeziyetçiliğin doğuşu
1918’de İstanbul’da tükenen ittihatçılık, 1923 Nisanında Ankara’da “İttihatçılığın B Kadrosu” olarak yeniden dirildi. Anayasa ihlal edilerek önce birliğin iradesi olan meclisi feshedildi, ardından bu birliğin ifadesi olan Anayasayı ilga edildi. Yeniden katı merkeziyetçiliğe geçildi. Tüm farklılıkların zenginlik görüldüğü bir anlayış terk edildi, ırkçılığa varan ulusalcı, tekçi ve asimilasyonist anlayış kabul edildi. Devlet, toplumun ve bireyleri, ittihatçı-kemalist elitlerin tasavvuruna uygun bir şekilde biçimlendirmenin aracı olarak inşa edildi. Merkeziyetçilik bireyi ve toplumu vesayet altına almanın anahtarı oldu ve bugüne kadar değişmeden geçerliliğini koruyan bir tercih oldu. Misakı milli sınırları içinde ittifak eden toplumsal kesitler hızla muhalefete düşürülerek merkeziyetçilik sayesinde tasfiye edildi ve ardından asimilasyon politikalarına maruz bırakıldı. Kürtlerin temel itirazı ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının temel itirazının “merkeziyetçilik” olarak ortaklaşması bu açıdan çok önemlidir. Fakat 1920’lerin sonlarından itibaren merkeziyetçilikle birlikte faşizan toplum tasavvurunun yürürlüğe konulması, mütedeyyin camia ve Kürt siyasal hareketinin itirazlarının merkeziyetçiliğin ötesine bir sistem değişikliğine doğru evrilmesinin de nedeni oldu.
1950 ile birlikte çok partili hayata dönünce, merkeze hâkim olmak suretiyle faşizan toplum tasavvurunun ortadan kaldırılması ve sorunların çözümü imkân dâhiline girdi. Ancak 27 Mayıs darbesi 1961 Anayasasıyla demokratik iradeyi de vesayet altına almak suretiyle, bu imkânı hukuken ortadan kaldırdı. İkili vesayet sayesinde devlet bir bütün olarak “derin devlet”e dönüştü. Bugün tartıştığımız ve çözmeye çalıştığımız sorun işte böyle bir sistemin ürettiği sorundur. Bunu kavrayamadan toplumsal sorunların çözümü yönünde atılan bütün adımların akamete uğraması kaçınılmazdır. Turgut Özal’ın girişimi ile Habur süreci bu nedenle başarısız oldu.
AK Parti ve ilkleri
Bu ikili vesayet kilidini kırılması, ancak hem yerelin, hem de merkezdeki demokratik iradenin vesayet altına alınmasına itiraz eden bir siyasi hareket olabilirdi. AK Parti her iki itirazı programına alan ve kendi tarihsel ve kültürel kimliğinin asli unsuru olarak kabul eden tek partidir. Bu yüzden Osmanlı Ahrar Fırkasından başlayarak ittihatçı-kemalist seçkinciliğe karşı yürütülen muhalefetin toplandığı toplumsal merkez haline geldi. Bu yüzden de misakı milli sınırları içinde kardeşliği ve beraberliği esas alan Kürtlerin de partisi oldu.
Habur başarısızlığı AK Parti’ye şunu gösterdi: İkili vesayet kilidini kırmadan toplumsal sorunların çözümü mümkün değildir. Önce 27 Mayıs Darbesinin getirdiği ikinci kilidin kırılması gerekiyordu. Bu biraz geç anlaşıldı, ama doğru anlaşıldı. 2010 Referandumunda milletin oyladığı ve kabul ettiği şey, bu kilidin kırılmasıydı.
2010 değişiklikleri 1924’ten bu yana demokratikleşme yönünde yapılmış ilk esaslı yapısal değişikliktir. İlk defa demokratik irade Türkiye’nin kaderine hâkim olma imkânı elde etti. İlk defa 100 yıllık derin yapılanmanın tehditlerinden bağımsız olarak toplum eksenli bir siyaset programı hayata geçiyor ve kadim sorunlar peyder pey çözülmeye başlıyor. Bunu Kürt milliyetçiliği de görmeye başladı.
Ve bu nedenle “bu sefer olacak galiba” diyebiliyoruz.
Birgül Ayman Güler’in isyanı 2010 öncesinde başarılı olup, 2010 sonrasında süreci kontrol edemez hale gelen yüz yıllık karanlığın isyanından başka bir şey değil. Onların isyanı, Türkiye’nin çok doğru bir yolda olduğunun göstergesi...