Yakın tarihin en büyük barış projesi, dört bir yandan gelen hamlelerle yok edilmeye ya da yok sayılmaya çalışılıyor. Çözüm süreci olarak tanımladığımız ve Türkiye’nin yüzyıldır mahkum olduğu kuşatmayı ortadan kaldıracak hamlenin, bizzat sorunun taraflarından birisi eliyle bu hale getirilmek istenmesi, gerçekten kabul edilemez bir gelişme.
Ayrılıkçı Kürt hareketi, siyasi sınırlarımız dahilinde terör, şiddet ve benzeri araçlarla devam ettirdiği adımları, sürekli olarak kendi hanesine kar olarak yazdırmanın peşinde. Oysa gerçekten barış isteniyorsa bunun yolu, öncelikle bu tür araçların samimi olarak bir kenara bırakılmasından geçiyor. Terör ve şiddet gibi araçları yedekte tutup, yeri geldiğinde sahaya sürmekten çekinmeyen bir anlayışın, gerçekten barış istediğine nasıl inanacağız?
Şu halde geldiğimiz noktada siyasi irade tarafından çözüm sürecine kararlılıkla sahip çıkılması, her zamankinden daha fazla önemsenmeli. Bunun anlamı çok açık. Siyasi irade diyor ki; ben Türkiye’nin geleceği olan bu sürece ve projeye, her şeye rağmen, bu sorunun taraflarından birisi olarak sahnede yer alıp her türlü provokasyonu yapanlara rağmen sahip çıkıyorum.
Kuşkusuz bu kadar hassas ve sıkıntılı bir süreci yönetirken, herkes hata yapabilir. Eksikler olabilir. Sözgelimi özellikle Suriye Kürtleri konusundaki adımların siyaset tarafından daha hızlı ve kararlı biçimde atılmadığı eleştirisi sıkça gündeme getiriliyor. Şu boyutuyla doğru. Eğer Irak ve Suriye Kürtleriyle kurulan ilişkiler daha kalıcı ve sahici boyutlara erişirse, çözüm sürecinin başarı şansı çok daha yüksek olacak.
Peki bu eleştiriyi getiren ayrılıkçı hareketin mesela Suriye kolu/uzantısı, gerçekten samimi bir duruş sergiledi mi? Türkiye, tarihin en kanlı rejimlerinden birisine karşı mücadele verirken, kendi taktik hesapları adına onunla devam eden işbirliğini bırakıp gerçek bir ittifak için sinyal verdi mi? Beşer Esad’la hala kesilmeyen ilişkiler üzerinden Suriye’de varlığını koruyup, sonra da ‘Ankara bizi ortada bıraktı, işte Kobani’ demek ne kadar samimi sayılabilir?
Öte yandan kendisini sadece Türkiye’de değil, tüm yakın coğrafyada Kürt siyasetinin patronu gören anlayış, mesela neden Ankara-Erbil hattındaki ilişkilerden rahatsız ve bu bütünleşme sürecini kendi aleyhine görüyor?
Bu çelişkileri ve iniş çıkışları çoğaltmak mümkün, ancak yararsız. Burada işin asıl önemli sorumluluğu hala siyasetin üzerinde. Siyaset derken, kendisini en azından zihnen, şiddetin uzantısı olmaktan çıkaramayan anlayıştan söz etmiyorum elbette. Onun nasıl bir duruşu olduğunu 6-7 Ekim tarihinde Türkiye’yi gözünü kırpmadan ateşe atarken gördük ne yazık ki!
Sorumlu siyaset tanımı, Cumhurbaşkanından Başbakana, oradan bu sürece emek veren herkesi kapsıyor. Onların bunca sabotaja rağmen sürecin arkasında durması, eninde sonunda bu sürecin dışında kalan ya da eleştiren kesimleri de bu tarihi hamlenin parantezine alacaktır. İşte o zaman bu sorundan, şiddet şantajıyla çıkar devşirenlerin gerçek yüzü daha açık biçimde ortaya çıkacaktır.
Bu satırlar yazılırken, Ankara Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi’yi ağırlıyor. Her iki taraf, ilişkilerde yeni bir sayfa açmak üzerine mesajlar veriyor. Türkiye’yi kendi yazdıkları senaryo ya da seçeneklere mahkum sananlar, bu tabloya iyi bakmalı.