Osmanlı sarayında bulunmuş bir Venedikli olan Giovanni Mario Angiolello “Kürtler çağırmasa büyük Türk (Yavuz Sultan Selim) asla Şah İsmail’e saldırmaya cesaret edemezdi” diye kaydediyor.
Dolayısıyla, Venedikli Mario’nun işaret ettiği noktadan bakıldığında, 1514 Çaldıran Savaşı’nın büyük bir tarihsel karşılaşma (Türkler ve Kürtler arasında) olduğunu kabul etmek gerekir.
Osmanlılar ve Kürdistan Beyleri arasında başlayan siyasi ve fikri münasebetlerin bu tarihten sonra belli bir hukuka ve entelektüel-fikri zemine oturduğunu biliyoruz.
Kürdistan dediğimiz coğrafya keşke bugün Küba gibi, jeopolitik ve jeostratejik değeri olmayan bir yerde olsaydı da bu acıları bu halk yaşamasaydı. Ama keşkelerin içinde bulunduğumuz duruma bir faydası yok ve biliyoruz ki, tıpkı üç yüz yıl önce imparatorlukların egemenlik kavgalarının alanı olması gibi, Kürdistan bu küresel çağda da, küresel aktörlerin egemenlik mücadelelerinin bir alanı olmaya devam edecek.
Bugünün savaşı da, bir yönüyle özünde Kürdistan topraklarında ve bu küresel çağda kimin siyasi nüfus sahibi olacağı ve bu siyasi nüfusun karşılığında Kürt halkına ne vaat edildiğiyle ilgilidir.
***
Soru şu:
Ne oldu da birdenbire, Batı ve İran, Suriye ve Irak’taki bazı Kürtler arasında, bugün Türkiye’den daha fazla istenen bir güç haline geldi?
Türkiye bu algı operasyonunu veya bu ‘muameleyi’ ne kadar hak ediyor?
Takdir edersiniz ki, bu sorulara bir köşe yazısıyla cevap vermek kolay değil, böyle bir şeye girişmek niyetim de yok ayrıca.
Ben bu yazıda 1514’ten başlayarak Kürtler’le Türkler’in siyasal ilişkilerinin her zaman uygun bir fikri düzeyde ve entelektüel bir balans içinde kurgulandığını söylemeye çalışacağım.
Osmanlılar, imparatorluğun sınırları içinde yaşayan halkları kendi içlerinde bölmekle uğraşmadılar. İmparatorluk fikri, birleştirmeye, imparatorluğa sadakat gösteren halkları güçlendirmeye ve nihai olarak kendi kendilerini yönetmelerine rıza göstermeye dayanıyordu.
Cumhuriyet idaresi bu kuralların hiçbirine uymadı. Cumhuriyeti kuranlar, başta Kürtler olmak üzere, imparatorluk bakiyesi irili ufaklı halklara kuşkuyla baktı, o halkları kendi içlerinde bölmeye çalıştı, ekonomik kalkınma ve refah programlarından mahrum etti, kendi kendilerini yönetme fikrini ise bölücülükle eşdeğer saydı.
Bu durum 1514’ten başlayarak, üç yüz yıldan fazla bir zaman süren Osmanlı aydınlarıyla Kürt aydınları arasındaki fikri diyalog zemininin cumhuriyetin ilanından itibaren sağırlar diyaloğuna dönüşmesine yol açtı..
Oysa Türk-Kürt siyasi ilişkileri büyük oranda bu entelektüel balansa yani dengeye bağlı olarak korunuyor ve gelişiyordu.
Çözüm sürecini, Kürt aydın ve siyasetçilerin çabalarıyla birlikte, bir bakıma İslami aydınların da, birer çözüm aktörü olarak hükümette görev almaları ve bu iki kesimin, meseleyi sağırlar diyaloğundan kurtarıp Kürt sorunda yeni bir entelektüel zemin inşa etmelerine borçluyuz.
Bugün, Kürtler’in en büyük nüfusu Türkiye’de yaşıyor. Siyasi, ekonomik ve ideolojik entegrasyon çok güçlendi. Türkiye’deki Kürt siyasi hareketlerinin büyük ölçüde İstanbul ve Ankara’daki siyasi ortam ve entelektüel zeminden doğduğu inkar edilemeyecek bir gerçek. Yani böylesi bir ideolojik akrabalık da var.
Yetmedi, Kürdistan petrolü, Türkiye üzerinden dünya pazarlarına ulaşıyor.
Şengal ve Kobanê’deki zulümden kaçan on binlerce insanın geldiği yer Türkiye.
***
Peki o halde, çözüm süreci ve bir bütün olarak Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin üstünde dolaşan bu kara bulutların sebebi nedir?
Otuz yıl devam eden bir iç çatışma tecrübesini yeniden yaşamak için bu kadar hevesli olunmasını nasıl açıklayacağız?
Musa Ağabey’le vurulduğumuz o sokağı bugünlerde yeniden hatırlıyorum. Katil bizi vurup sokağın başına gelmiş, orada kendisini görüp ‘ne oluyor evladım bu silah sesleri de ne’ diye soran bir kadına ‘İçeri gir içeri, Kürdistan’da savaş var’ demişti..
Galiba birileri bizi yeniden bir savaşın içine çekmeye çalışıyor.
Yanıbaşımızda süren ve bize ait olmayan bir savaşa bizi çekmek isteyenlerin bir sonraki hesabı Türk-Kürt savaşıdır.
Dünyadaki ve bölgedeki siyasi hasımlarımızın, bizim gibi savrulmadıklarını ve her şeyi bir siyasi mühendislik içinde ele aldıklarının farkına varamasak, Türkiyeli aydınlar olarak, Ortadoğu’nun giderek değişen dengelerini karşılayabilecek yeni bir entelektüel ve fikri zemin inşa edemezsek, bu tuzağı, bertaraf edemeyiz.