1980 askeri darbesinin baskıladığı siyasi iklimde Kürt meselesi, Kürt siyasetinin en geri ve sadece şiddetten beslenen kesimine altın tepside ihale edilince -ki bu ihale kanımca son derece bilinçli bir tercihti- sorunun doğal ve tarihi seyri kökten değişti. Şiddetin her geçen gün dozunu baskıladığı düşünsel, siyasal hayat adeta felç oluyordu. Özelikle 1960 yılından sonra Kürt toplumuna mükemmel biçimde hizmet etmiş olan Liberalizm, Demokrasi, Bireycilik, Bilimsel sorgulama, tarihsel ilerleme fikri, aklın egemenliği gibi inançlar, toptan bir krizin içine giriyordu.
Şiddetin rehin aldığı bütün toplumsal süreçler derin dondurucuda kışlık erzak gibi belirsiz bir tarihe ertelenirken, siyaset topyekun şiddetten ibaret hale geliyordu. Oysa yaygın bir siyasal istikrarsızlığın yanında o dönem, toplumun her dokusunda müthiş bir demokratikleşme kültürünün filizlendiği süreçler yaşanıyordu. ‘’Dondurulup geciktirilmiş bir modernizm’’ meyvelerini şiddet, kan ve ölüm olarak verecek bir habitata adeta mahkum edildi.
Bugün şiddet, siyasetten soyutlanırken, siyasetin olabilecek en dış duvarına doğru itilirken, siyasetin gündemine davet ederek koşullarını olgunlaştıracağımız en önemli iklim, kesintiye uğramış olan ‘’doğal demokratikleşme süreçleridir.’’
İşte tam da bu noktada meseleye kurumsal olarak müdahil olacak olan özel bakanlık, toplumsal dinamiklerin özgürce gelişip serpilmesine bir tür bahçıvancılık yapmakla yükümlü olacaktır. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve hukuki süreç ve sorunların, ‘’doğal evrimine’’ göre, alışa geldikleri akışkanlığa kavuşmaları, çözüm noktasında gerçek temsilcilerin sahne almasına da imkan sağlayacaktır.
Bir kez şunu artık net olarak biliyoruz; Kürtler savaş istemiyor, Kürtler şiddetten yana değil ve şiddetle gelecek çözümlere de mesafeli. Ama Kürtler demokratik siyasi hayatın tüm nimetlerinden de yararlanmak istiyor. Savaşın ve şiddetin ‘’imkan ve fırsatlarından yararlanmayı reddeden’’ Kürtler, özgür iradelerinin herhangi bir ipotek altında olmadığını da kanıtladılar. Israrla onlardan talep edilen ‘’direnin’’ çağrılarına itibar etmediler.
Kürt toplumu daha olgun bir demokratik siyasi hayata hazır olduğunu her fırsatta, ‘’sessizliği ve araya koyduğu mesafeli tavrı’’ ile dışa vuruyor. Kabaca söylemek gerekirse; Kürt toplumu şiddetten bıktı. Şiddete sırtını döndü. Yüzünü şimdi demokratik siyasi kültüre dönmüş durumda. Bu altın değerinde büyük bir tarihi fırsattır. Tarih bu altın fırsatı kaçıran siyaset kurumunu affetmeyecektir. Herkese yapılabilecek en büyük kötülük, bu siyasi durumu okuyamamaktır.
Kürt sorununun çözümünde siyaseti normalleştirmek ve sorunun en acil taleplerini tespit edip onları en hızlı biçimde çözmek asgari ölçüde bir ‘’kurumsallık’’ gerektirir.
Söyleyeceklerimiz, yapacaklarımıza ilişkin olmalı ve yapacaklarımız da söyleyeceklerimizin gerekçelerinden ibaret hale gelmeli. Başka türlü hiçbir şekilde oluşmuş olan kırılgan iklimi güvence altına alamayız. Kırılganlığı çelikten kırılmaz bir duvara dönüştürmek lazım gelir; bunun içinde bize ‘’yeni bir dil ve yeni bir söylem’’ gerekli.
Gelecek yazıda bu dil ve söylemin inşasında TRT Kürdi’nin yeni rolünü ve değişmesi lazım gelen kimi yanlarıyla ‘’yeni perspektiflerinden’’ söz edeceğim.