Ortadoğu... İslam coğrafyası. Her şey çorap söküğü gibi.. Bir ip çekiyorsunuz ve her şeyin yeni baştan kurgulanması gerekiyor.
Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye bu coğrafyanın kalbi ve olan biten her şeyin Türkiye’ye bir yansıması var, Türkiye’nin tavırlarının da bölgede oyun oynamak isteyen her güç için dikkat çekici bir özgül ağırlığı mevcut.
Türkiye olarak belki en ağırlıklı Müslüman ülkeyiz ama buna rağmen her şeyi belirleme gücünden mahrumuz, bizim dışımızdaki herhangi bir İslam ülkesinin de olayları bir istikamete akıtma gücü bulunmuyor.
İslam ülkeleri arasında, “Bu coğrafya bizim coğrafyamız, burada en belirleyici irade bize ait olmalı” gibi bir çıkış yapma imkanımız da bulunmuyor, çünkü öncelikle böyle bir ortak irade mevcut değil, sonra da bu iradenin tasarruf edebileceği ve her şeyi belirleyecek bir kuvvet bulunmuyor.
Bir mesele daha, “Hangi İslam?” etrafında oluşan, her türlü “İslam karşıtı provokasyon”a açık ve ucu kitlesel ölümlerle sonuçlanan “İslam içi savaş” İslam dünyasının gücünü darmadağın ediyor.
İslam dünyasının kendi göbeğini kesecek güç ve irade bütünlüğünden yoksun olmasının yanında, dünyada bu coğrafyayı tek başına tanzim edecek başka güç de yok. Bu coğrafya ile ilgilenen, burada hayati çıkarlarının var olduğuna inanan, hatta ekonomik çıkarlardan öte, küresel hesapları sebebiyle, sadece yerkürede sahip olduğu stratejik konum sebebiyle bu coğrafyada etkinlik kurma çabasında olan güçler var.
Türkiye’yi bugün yöneten kadronun İslam dünyasındaki yapılanmayı tabii bulmadığı açık. İslam dünyasından öte, bu yapılanma içinde Türkiye’nin konumunun bile kendi özgün çıkarları ekseninde belirlenmediğine inandıklarını düşünebiliriz. İstenen şu: Türkiye de bu çemberi kırsın, İslam dünyası da.
Bunu dediğinizde ve herhangi bir yerde başlayan kıvılcımın bu istikamette bir yeniden yapılanmayı sağlamasını arzu ettiğinizde, akışı bu yöne çevirecek bir gücün devreye girmesi gerekiyor, o gücü bulamıyorsunuz.
Söz gelimi Arap Baharı’ndan bu yana devreye giren umutlar, yıkımlar ve bugünkü kaos her şeyi apaçık ortaya koyuyor.
Denklem karmakarışık oldu, denebilir.
Rusya ile Şanghay Beşlisi’ni konuşuyorduk. İran’a nükleer pazarlıklarda islami hassasiyetler adına sahip çıkmıştık. Amerika ile Avrupa ile her şeyi yeni baştan konuşalım diyecek bir özgüven vardı içimizde.
Mısır’da darbe oldu, Amerika onu kutsadı. Suriye bataklığa döndü, Amerika “Ne yapayım benden bu kadar” dedi. Filistin gündemin alt sıralarına düştü. Sınırımızda Amerika-Rusya desteğinde bir PKK kantonlaşmasının kapısı aralandı. DAEŞ, garip biçimde Amerika’yı, Rusya’yı, İran’ı aynı mevziye taşıdı. Sonra mülteciler oldu, Avrupa kapılarını zorlayan mülteci sorunu, Batı dünyasının önüne yeniden “Türkiye gerçeği”ni çıkardı. Amerika Suriye ile ilgilenmemezlik edemedi, bu defa o da “Türkiye gerçeği”nin ihmal edilemeyeceğini gördü. Oralarda bir yerlerde NATO vardı, Türkiye o yapının içindeydi, NATO Suriye denkleminde nerede duracaktı? Amerikan yönetimi ile Erdoğan-Ak Parti yönetimi arasında taa İran’la ilişkilerden bu yana soğuk rüzgarlar esmişti ama Ortadoğu denince Türkiyesiz olmazdı. Hele Rusya’nın Ukrayna-Kırım ve Gürcistan atakları da görününce Türkiye’siz hiç mi hiç olmazdı. Amerika Erdoğan-Ak Parti soğukluğunu ayrıca insan hakları-medya özgürlüğü gibi alanlarda da sıcak tutma eğilimindeydi. Mısır’da aramadığını Türkiye’de sorun edinmekteydi. Kuzey Irak’ta bir dargın-bir barışık oyunu oynanmaktaydı.
Velhasıl...
Müthiş bir alaboranın içerisindeyiz.
En son geldiğimiz nokta, Batı ile daha yakın durup, bölgenin değişimi en az zararla kapatmasını sağlamak. Tabii ki “En az zarar” dediğimiz şeyin de bünyesinde çetin ihtimaller taşıyabileceğini unutmadan...