Biliyorsunuz Avrupa’yı krizin ateşi sarınca, İtalya ve Yunanistan’da atanmış teknokrat hükümetler iş başı yapmıştı. Yunanistan’da Papadimos ve İtalya’da Monti hükümetleri su katılmamış teknokrat hükümetlerdi ancak İspanya’da da durum pek farklı sayılmazdı. Madrid’de başlayan protestolar, ülkenin diğer merkezlerine yayılınca, Zapatero hükümeti erken şeçim kararı alıp yerini Halk Partisi’ne yani Mariano Rajoy’a bıraktı. Rajoy hükümeti, tıpkı Yunanistan ve İtalya’da olduğu gibi, protestolara kulaklarını tıkayıp, IMF reçetesi kopyası bir kemer sıkma programını yürürlüğe koydu. Yani Rajoy’un da Papadimos ve Monti iktidarlarından farklı olduğunu söyleyemeyiz. Bunlar, burjuva demokrasisinin asgari koşullarını bile çiğneyen yöntemlerle iktidara gelmiş, anti-demokratik, hesap verme derdi olmayan, ülkelerindeki krizi, büyük sermayenin üzerinden alıp, yoksul yığınlara yıkmak üzere atanmış hükümetlerdir. Ve bu anlamda geçiş ve olağanüstü hal hükümetleridir. Böyle dönemlerde, sıkışan ve geleceğini kurtarmaya çalışan büyük sermaye, hak, hukuk, demokrasi gibi kavramları gözünü kırpmadan balkondan aşağı atar.
Seçkin ve iyi eğitimli
Tabii bu kriz halinin ilerlemiş versiyonu faşizm ve savaş durumudur. Bu gibi durumlarda, teknokrat hükümetlerin başındaki ‘politikacılar’ çok iyi eğitim görmüş, muhtemelen ‘akademiye’ bulaşmış teknik yönü ağır basan ‘güven’ telakki edici insanlardır. Mesela Papadimos ve Monti tam da böyle unsurlardı. Papadimos, ABD’de eğitimi tamamlamış, fizik ve ekonomi alanlarında doktora yapmıştı. Columbia’da ders veriyordu. Daha sonra Yunanistan ve Avrupa Merkez Bankası’nda önemli görevler üstlenmişti. Dikkat ediyorsanız Papadimos bizim Erdal İnönü-Kemal Derviş karışımı bir ‘şey.’ Yine, teknokrat İtalyan Başbakanı Monti bir ekonomi profesörü idi. Monti’nin Başbakan olabilmesi için hukukun canına okunarak aceleyle senatör ilan edilmesi de ayrı bir skandaldı. Tıpkı Derviş’in, ABD’den el çantasıyla gelip otele yerleşmesi ve bakan yapılması gibi...
Kenan Evren, Platon ve Auguste Comte
Bilmiyorum hiç dikkat etmiş miydiniz; 12 Eylül’ün ilk günlerinde cunta lideri Kenan Evren’in bir takım ‘imaj’ oluşturma gayretleri vardı. Bunların çoğu üzerinden düşen, aptalca çabalardı. Ancak iki tanesi hiç hatırımdan çıkmaz; birincisi o çok bildik ‘ben şimdinin Atatürk’üyüm’ pozları ve bakışları... İkincisi ise devlet işlerinden (!) geriye kalan zamanlarında kitap okuyormuş havası... Ama bu imaj için, onunla yapılan söyleşilerde masanın üzerinde sürekli iki kitap dururdu. Birincisi tabii ki Nutuk... İkinci kitap da Platon’un Devlet’i... Platon, devleti, dolayısıyla toplumu, yönetenlerin, ‘seçkin’ -seçilmemiş sadece seçkin- dünyevi zevklerden arınmış ve bunun için de yeterli ölçüde yaşını başını almış filozoflar olması gerektiğini söyler. Sanıyorum Kenan Evren, kendisini o günlerde, tam böyle görüyordu. Gerektiğinde, bir yatak, bir masa ve sandalyenin olduğu orduevi odasında yatıp kalkacak, memleketine ve onun ulvi işlerine kendini adamış, kır saçlı bir ‘bilge’...
Pozitivist ‘aklın’ yayıcıları
Bu yaşlı bilge, pekala Evren gibi, seküler dünyanın ürettiği bir faşist general ya da bunun tam tersi dini dünyanın getirip oraya koyduğu bir piskopos da olabilir. Bu yalnız şekildir. Bu işin özü de şu teknokrat -faşist- yönetimlerin felsefi dayanağı olan ‘pozitivist akıl’dır. Devam edelim; pozitivist düşüncenin babalarından Auguste Comte, toplumu, tıpkı Platon gibi, bilge bir heyetin yönetmesi gerektiğini söyler. Ama Comte, hızla gelen burjuvazinin filozofu olarak, çok gerçekçidir. Onun ‘teknokrat’ hükümeti dört kişiliktir; Comte, bunların üçünün bankacı birinin de piskopos olması gerektiğini söyler. Bankacılar, iktisadi aklı üretecek, piskopos ise bankacıların soyduğu ayaktakımı ayaklanmaya kalkacak olursa, toplumsal kargaşayı önleyecektir.
Tabii Comte’nun piskoposu, laik soyguncu devletin sigortası; yaşlı, saygın, dünyadan elini eteğini çekmiş bir ‘din’ adamıdır. Bu ‘din’ adamı, bankacıların, sermayedarların, altıncıların tonlarca altınla bile ölçülemeyen servetinin güvencesidir de. Ama tabii Comte’un ‘din’ adamının, bu dünyada bir dikili ağacı bile yoktur; o yalnız pozitivist aklın ‘dini’ koruyucusudur. Comte, seçime de karşıdır. Alttakilerin üsttekileri seçmesinin anarşiye yol açacağını ve bunun da toplumda yozlaşmaya dönüşeceğini savunur. Tabii Comte’un korkusu, seçim mekanizmasının, günün birinde, ayaktakımının temsilcilerini iş başına getirmesidir.
Comte’un piskoposları iş başında
Şimdi gelelim 18. ve 19. yüzyıllardan bu günlere... Ne Platon’un devleti ne de Comte’un pozitivist ‘aklı’ geride kaldı. Bir kere bütün 20. yüzyılın kanla yazılan tarihinde bu ‘akıl’ faşizm olarak hortladı; Ortadoğu’da seküler askeri Baas rejimleri, Latin Amerika’da, Türkiye’de askeri faşist diktatörlükler olarak başımıza çöktü. Halkların, iradesi ve aklı bu pozitivizm ‘aklı’ ile yok sayıldı, bir avuç sermayedarın ve onların bürokrasisinin çıkarları, laik devletin milli çıkarları örtüsü ideolojiye dönüştürülerek savunuldu.
Bu yolla, bir eşitlik ve adalet dini olan İslam önlendi. İhvan gibi siyasi hareketler, seküler ama ‘dindar’ görünümlü sahtekarlar eliyle boğduruldu ve bu, şu an Mısır’da devam ediyor. Yani Comte’un piskoposları hâlâ iş başında...
Hedef: Teknokrat hükümet ve iç savaş
Türkiye’de, Mısır’dan sonra seçilmiş hükümeti hedeflerine koydular... Daha önce yazmıştım, tıpkı Mursi gibi hedef Erdoğan’dır. Çok açık söylüyorum hedef: Erdoğan’ı bırakın Cumhurbaşkanı seçtirmeyi; seçime bile sokmamak ve Türkiye’nin kolu kanadı kırılarak, bir teknokrat hükümete dönüştürülmüş AK Parti iktidarı ile Cumhurbaşkanı seçimine gitmesini sağlamaktır. Tabii bu arada çözüm süreci bitmiş, belki Abudullah Öcalan da öldürülmüş olacaktır. Bu yolla Türkiye’nin doğusunda büyük bir ayaklanma ve olağünüstü hal sağlanacaktır. Türkiye’nin yaptığı ve yapacağı bütün enerji anlaşmaları iptal edilecek, GAP Eylem Planı ile 2008’de başlayan Doğu Kalkınması son bulacak, operasyoncu bir kadın gazetecinin dediği gibi, Başbakan, Adnan Menderes gibi, tasfiye edilecektir. Bakın plan, bu kadar büyük ve hepimizin geleceğine, bu ülkenin yarınına kast edecek kadar korkunç ve cüretkardır.
Japonya...
Başbakan Japonya’ya gidiyor; işte bu çok önemli... Tam şu sıra, bence Japonya Başbakanı Abe ile Erdoğan’ın ekonomik ve siyasi hedefleri arasında büyük benzerlik vardır. Japonya, doğu halklarının hep umudu olmuştur. 1904-05 Rus-Japon Savaşı’nda Japonya, Rusya’yı yenince, Halide Edip, sevinçten oğluna Togo adını vermişti... Bu umut, tam şimdi daha fazla var. Bunun ekonomi-politiğini sonraki yazıda anlatacağım.