Bütün çocuklar, başka bir deyimle bütün çocuklarımız, istisnasız hepsi, çocuk oldukları için çok saf, çok temiz, çok masum, çok savunmasız ve yine istisnasız hepsi tepeden tırnağa hayat doludurlar. Çocukluk denilen bu ömür evresi; hemen herkesin korunmaya, kollanmaya muhtaç bir pozisyonda olduğu bir dönemdir. Bir başkasının yardımı, katkısı olmaksızın çocukluğun erişkinliğe doğru evrilmesi neredeyse imkansızdır.
Çocukluğun ne olduğunu kime sorarsak soralım, aşağı yukarı alacağımız yanıtlar bundan ibaret olur. Peki ama nasıl oluyor da aynı şekilde tanımladığımız bir olguya karşı, neredeyse hepimiz çok farklı tutum ve davranışlar sergileyebiliyoruz? Kendi çocuğumuzla kurduğumuz sevgi ilişkisini neden başkasının çocuğuyla kurmakta zorlanırız? Kendi çocuğumuz bize çok sevimli, sempatik görünüyorken başkasının çocuğuyla basit bir empati ilişkisi kurmakta neden bu kadar sıkıntı yaşıyoruz?
Ortada yardıma muhtaç bu kadar çocuk varken, ortada bir monttan ve bir çift sağlam pabuçtan yoksun bu kadar çocuk varken, “çocuklarımıza karşı çok duyarlıyız”, “çocuklar bizim her şeyimiz” lafları, emin olun, başta bize sonra da hiç kimseye inandırıcı gelmiyor, gelemez. Çocuklara karşı duyarlı olmak demek; asgari ölçüde çocukların üstlerine başlarına karşı duyarlı olmak demektir. Yani, kışın soğukta giyecek montu olmayan bir çocuk için harekete geçmek demektir. Yani, karda kışta yırtık pırtık pabuçlarıyla okula giden çocuklara karşı sorumluluk hissedip, onlar için biraz mesai, biraz çaba, biraz üzüntü biriktirip eyleme geçmek demektir.
Başkalarının çocukları mutsuz, üzüntülü, kederli ve yoksulsa bizim çocuklarımız neşeli, mutlu, cıvıl cıvıl yaşayan çocuklar olamaz. Çünkü çocukluk bir bütündür, çocukların yarısı mutsuzken diğer yarısı asla mutlu olamaz.
Eğer çocukların mutluluğu bizim onlara karşı duyduğumuz sorumlulukla doğrudan orantılıysa, o zaman sadece kendi çocuğumuza karşı değil, bütün çocuklara karşı aynı şekilde sorumluyuz. Peki, gerçek, reel hayatta hepimiz bu sorumlulukla mı hareket ediyoruz? Kendi çocuklarımız için dileğimiz iyi hayatı, bütün diğer çocuklara aynı şekilde içtenlikle mi diliyoruz? Gelin bu durumu somut bir örnek ile test edelim:
Bir sabah evinizden erken çıkıyorsunuz, daha sokağınızın köşesinden sağa dönmeden karşı kaldırımda kepenkleri henüz açılmamış bir dükkanın dibinde, ayaklarını karnına doğru çekmiş, uyuklar vaziyette iki çocuk görüyorsunuz. Onlara bir kez daha dikkatle bakıyorsunuz, gözünüze çarpan ilk şey ayaklarındaki yırtık pabuçlar oluyor. İçiniz sızlıyor, tuhaf bir gerginlikle huzurunuzun kaçtığını hissediyorsunuz. Hiçbir şey yapmadan yolunuza devam ediyorsunuz. Ne de olsa sizi bekleyen bir işiniz, kazanmanız gereken ekmek paranız adeta aslanın ağzında, ne de olsa o sırada sizi bekliyor. Kısaca bu görüntü sizi rahatsız etmesine rağmen, hiçbir somut adım atmadan yolunuza devam ediyorsunuz.
Şimdi aynı sahneyi bir başka bakış açısıyla kurgulayıp, sizin için çok ciddi bir sorun haline getirelim.. Bu sahnede yapacağımız tek değişiklik; ayaklarını karnına doğru çekmiş olan o çocuklar, sizin öz be öz çocuklarınız olsun. Kendi çocuklarınızı o kepenklerin dibinde, ayakları karınlarına doğru çekilmiş, yırtık pabuçlarla gördüğünüzde yapacağınız ilk ve tek şey onlara bir kez içiniz sızlayarak bakmak mı olur? Yoksa çocuklarınız olduklarını anladığınız andan itibaren, yeri göğü inleten bir feryatla, çocuklarınıza doğru koşup, gözyaşları içinde çocuklarınıza sarılır, onları güvenli kucağınızda teskin etmeye mi çalışırsınız?
Söz konusu sizin öz çocuklarınız olunca elbette, başkasının çocuklarıymış gibi kayıtsız kalamazsınız. Kayıtsız kalamayacağınızı kendi deneyimlerimden biliyorum. Tabii ki kayıtsız kalmayın ama bir şey daha yapın. Başkalarının çocuklarına da kayıtsız kalmayın. Onlar daha çocuk. Bunun ötesi yok.
Ne demiş Büyük Şair Ahmet Arif;
“Üşüyorum kapatma gözlerini”.
Çocuklarımız için gözlerimiz hep açık kalsın.
Çocukları sevelim işte o zaman hiç üşümezler.