Başbakan Erdoğan’ın son kez genel başkan seçildiği AK Parti 4. Olağan Kongresi hakkında yapılan analizler ama özellikle gerçeklerden uzak, hamaset yüklü eleştirileri önemli bir noktayı gözden kaçırıyor. Bu, kongreyi beğenenlerin bazılarında da yakın körlüğü şeklinde tezahür ediyor.
Halbuki Kongreyi doğru anlamak ve analiz edebilmek için, dile getirilen ile yazıya döküleni bir arada okumak gerek. Yani hedef ile pratiği, rüya ile gerçeği, ufuk genişleten söylem ile kolları sıvatan eylem planını.
Bir kere işin pratik gerçek yanı, yani AK Parti’nin 2023 siyasi vizyonunu içeren yazılı kısmı azımsanmayacak türden. Siyasi alanı genişletmek, ayrımcılıkla mücadele etmek, sivilleşmeyi sürdürmek, Kürt meselesinin çözümünde önemli olan bireysel kültürel hakları derinleştirmek, adil ve hızlı yargı için çalışmak gibi hedefler var burada. Bilinen, evvelki politikaların doğal devamı olan, haliyle beklense de şaşırtıcı olmayan. Yüzüncü yıla dair-dahil bir iş planı bu.
Binyıla dair-dahil olan, şaşırtan ise sözlü kısımdı. Başbakan’ın konuşmasının tamamına devamlılık süreklilik vurgusu hakimdi. Başbakan bunun için ömrü uzun, kökü derin, gövdesi kavi, gölgesi serin ve dalları göğe, ileriye uzanan çınar ağacı metaforunu sıkça kullandı. Şeyh Edebali’nin Osmanlı’ya atfen yaptığı çınar ağacı-asırlar aşan devlet-millet yorumunun köklerini tuttu, 1071’de Türklerin Anadolu’ya girişini sağlayan Sultan Alparslan’a uzattı.
1071’den önce de burada olan, şu an sayıca azalmış ya da azınlık kalmış Anadolu halklarının olası itirazları ve millete onların da dahil olduğu vurgusunun noksanlığı saklı kalmak kaydıyla- Sanırım Başbakan bunu yaparak şunları da demiş oldu:
Osmanlı mirasını reddederek kurulmuş, kendini Osmanlı’dan ve çağrıştırdığı her şeyden uzaklaştırarak var etmiş Cumhuriyetin kolektif zihinde yarattığı yalancı köksüzlük duygusunu izale etmek.
Kendi halkına devlet adına ‘gâvur eziyeti’ yapmış Tek Parti döneminin ve Ergenekonvari İttihatçı uzantıların yaraladığı bilinçleri iyileştirmek, ‘halkın fıtratına aykırı’ uygulamaların yarattığı tahribatı gidermek ve halkı devletle barıştırmak.
Selçuklu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu topraklarda kök salmış aynı çınar olduğunu, cumhuriyetin 100. yılının kıvanç verdiğini ama asıl kutlanması ve bilinmesi gerekenin bu milletin bu topraklardaki 1000. yılı olduğunu -hele de şöyle bir dönemde- dost düşman herkese ilan etmek.
Devlet-millet-birey kavramlarına ve bunların birbiriyle olan ilişkisine dair ‘Batılı’ bir tanımlama ya da atıf yapmayıp bilakis ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ demek. Böylece “Bunu onlardan öğrenmek durumunda değiliz; biz bin yıllık geleneği, aklı, bilgisi, sezgisi olan bir devlet; bin yıldır barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamış bir milletiz, demek. (Millet ile toplum arasındaki fark saklı elbette.)
‘Millet’in halklar, ideolojiler vs. nedeniyle ayrışma ihtimalinin önünü Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Ahmedi Hani’yi, Alparslan’ı, Selahattin Eyyubi’yi anarak almak. Sözü Sezai Karakoç ile açarak bütün bu birikimin ortak tasavvurun imbikten geçmiş, en güçlü ve şairane ifadesinden güç almak.
Ya ufuksuzluktan burnu dışında bir şey göremeyen ya da aşırı hayalcilikten burnunun ucunu dahi göremeyen devlet adamlarından, siyasetçilerden çok çekmiş bir topluma rüya da görebilen ama gerçekçi olup hayali için çalışmaya söz veren bir siyasi profil sunarak Türkiye siyasi hayatına yeni bir kriter katmak.
Hem selamlama kısmında adlarını andığı, hem de salonda bulunan devlet başkanlarının, liderlerin varlığıyla, oralarla da hâlâ bu ‘devlet-millet-medeniyet çınarı’nın toprağın altında kökünün, üstünde gölgesinin olduğunu, kollarıyla oraları da kucakladığını yani malumu ilan etmek.
Söyleyecek daha çok şey olmakla birlikte şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim...