Mahiyeti ve neticesi farklı olsa da, Taksim olayları sonrasında da benzer bir manzara ortaya çıkmıştı. İki başlı bir vandalizm ile karşı karşıya kalmıştık. Bir taraftan yakıp yıkanların fiziki vandalizmi, diğer yanda ise entelektüel vandalizm. O dönemde bu çift başlı vandalizmi şöyle yazmıştık:
‘Taksim protestolarıyla bir kez daha sol ve liberal diskurun -başka hiçbir yaklaşıma tahammül bile etmeden- ana sponsora dönüşmesine şahitlik ettik. Taksim’i, Gezi’yi ve yaşananları ‘anlamak’ için mezkûr sol-liberal sponsorluktan icazet almamış her yaklaşım tarzı, entelektüel bir vandalizme muhatap oldu. Tartışmanın nasıl olması gerektiğinden asıl meselenin ne olduğuna, ne anlamamız gerektiğinden nasıl anlamamız gerektiğine, ortaya çıkan tahribatın ne olduğundan nasıl tadilata tabi tutulacağına kadar her başlıkta kerameti kendinden menkul bir sol-liberal şablon dayatıldı. Asayiş sorunları gündeme gelince sosyolojiden dem vurdular, sosyoloji tartışılınca psikolojiden dem vurdular, siyaset konuşulduğunda yaşam tarzından. Global demokratik sorunlar gündeme gelince tekil insan haklarına, somut sorunlar zikredilince soyut mecralara rücu edip durdular... Anti-siyasetin zirve yaptığı Taksim nihilizmine meşruiyet kamuflajı, büyük ölçüde sol-liberal diskur tarafından giydirildi.’
Suriye ve Irak krizi dolayısıyla da benzer bir entelektüel vandalizm uzunca süredir arzı endam ediyordu. Yüzbinleri katleden Esed’i ve Maliki’yi unutup, Türkiye’yi günah keçisi haline getirmek için kullanmadıkları malzeme kalmadı. Entelektüel ve ahlaki tefessüh halini göze alacak kadar kontrolden çıktılar. Otuza yakın insanın kanı üzerlerine sıçramasına rağmen, inanılmaz bir özgüven patlamasıyla, hala yaşananların nasıl anlaşılması gerektiğini dikte eden bir dilden geri kalmıyorlar.
Yaklaşık bir aydır, Kobane teorilerinin sayısını sayamaz olduk. Tamamında Kobane’ye karşı ya küresel ya da bölgesel bir komplo var. Hepsinin merkezinde de Türkiye var. Sokaklara teslim olan yeni muhalefet dili, son bir buçuk senedir siyaset düşmanlığının zirve yapmasını sağladı. Bu durum Türkiye’de meşru siyaset alanını yeterince pürüzlü ve puslu hale getirdi. Hatta havanın müsait olduğunu düşünenler, 17 Aralık’ta işi darbe girişimine kadar götürdüler. Kobane dolayısıyla yaşanan ise çok daha vahim bir zemini inşa etme potansiyeline sahip. Aynı anda siyasete ve toplumsal barış zeminine kast eden bir damar kanlı bir şekilde harekete geç(iril)miş durumda.
Onlarca insanın hayatını kaybettiği olaylara, sürreel bir tepkiyle ‘hiçbir yerde asla şiddet kullanılmadı’ denmesi, kendileri adına, durumun vahametini özetlemiş oldu. Böylesine çarpık bir savrulmayı mümkün kılan ise meşruiyet zeminine sahip olduklarını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Bu meşruiyet zemini, entelektüel vandalizmin açtığı alanla elde ediliyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, onlarca insanın katledilmesine sebep olsalar bile, bir yanda başka başkentlerde diğer yanda Türkiye’de hazır kıta bekleyen entelektüel vandalizmin, gereken korumayı sağlayacağını düşünüyorlar. Her türlü şiddet, terör ve kanlı eylemlerini estetize edecek, meşruiyet dairesine sokacak, rasyonelleştirecek bir propaganda makinasının hazır olduğunun farkındalar.
Gelinen noktada, ne ortaya çıkan vahşet manzarası ne de onu meşrulaştırmak için kurgulanan ve neredeyse tamamı tercüme faaliyetinden ibaret komplocu entelektüel vandalizm, saklanacak durumda değil. Geçen yüzyıldan beri saldırıya uğrayan ve bitmez tükenmez bir şekilde savunma hakkını kullanan sol nihilizmin, milletin basireti karşısındaki çaresizliği ayan beyan ortada artık. Üç gün içerisinde, eski Türkiye’nin, 1990’ların bütün defterlerini tozlu raflardan indirmeyi başaranların, ortaya çıkan ve çıkacak maliyet üzerine kafa yormaktan başka çareleri yok. Yaşanan kanlı sürecin hızla sükûnete ermesinin tek yolu samimi bir yüzleşme cesareti göstermelerine bağlı.