Cumhuriyet elitizmini tarif etmeden, onun sosyolojik ve psikolojik kaynağını anlamadan yaşadığımız siyasi saflaşmaya çözüm üretmemiz de mümkün görünmüyor. Bunun için evvela Cumhuriyetin insan sermayesine ve “10 yılda 15 milyon genç yarattık, her yaştan” dizelerinin gerçekliğine dönüp bakmamız gerekiyor. Ne demek bu? Anlamak için Emine Çaykara’nın Halil İnalcık’la yaptığı nehir söyleşi kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Halil İnalcık özetle diyor ki; biz varlığımızı Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e borçlu bir nesiliz, bu yüzden ne kadar eleştirsek de elimizden tutan, bize bu günleri gösteren Atatürk’e ve önümüze koyduğu ülküye bağlıyız.
Cumhuriyet’in insan sermayesini, 15 milyon gencin bugün neye tekabül ettiğini, Cumhuriyeti ayakta tutacak tek ideoloji olarak gördüğü Kemalizme bağlılığını ve psikolojisini anlamadan bugün bize arkaik gelen bu kesimin “yeni sosyoloji” ile sağlıklı şekilde kaynaşmasını sağlayamayacağız.
Zira “Cumhuriyet nesli” ve o neslin apriori olarak doğru kabul ettiği resmi ideoloji ile yetişen nesiller, bu ülkeyi o kadar çok sahiplendi ki tıpkı titiz bir annenin evin misafir odasına çocuklarını sokmaması gibi, Ankara’ya kasketli, şalvarlıları almamaya kadar vardırdı işi.
“Halk plajları bastı, vatandaş denize giremiyor” dedirten de yine buydu...
Bizim toplum olarak Batılı-muasır devletler seviyesine erişmemiz topyekun modernleşmemizle mümkün olacaktı. Batılı-modern-muasır-medeni olmayan her şeye karşı bir dönüştürme-medenileştirme politikası izlendi. Bunun için Türk-Kürt ayrımı da yapılmadı. Kürtlük de medenileşme sürecinin bir evresinde geride bırakılması gereken özelliklerdendi. Medeni kamusal alan bütün yerel kimliklerimizi, şalvarımızı, kasketimizi, Kürtlüğümüzü ya da Karadeniz ağzımızı ve tabii ki başörtümüzü geride bırakıp katılabileceğimiz ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nin agorasıydı.
‘Bidon kafalıya’, ‘göbeğini kaşıyana’, ‘dağdaki çobana’, ‘donla denize dalana’ ve bütün bunların ‘analarına’, ‘danalarına’ tahammülü yoktu Cumhuriyet’in. Ve aslında tüm bu dışlayıcı dil -misafirlikte rezil etmesin diye annesinin çocuklarını evde tembihlemesi gibi- ulusa mürebbiyelik etme saikıyla formatlanmış bir ideolojik hastalıktı. Zamanın Almanyasından, İtalyasından falan da bulaşmış ama daha önemlisi düşmana galebe çalıp kurduğumuz biricik Cumhuriyetimize sahip çıkma erdemiyle meşrulaştırılmış bir ahir zaman ideolojisi...
Depresyondaki seçmen
Evet, aşağı yukarı böyle bir şey işte... Zamanın delikanlısı şimdi yaşlanmış, devir çok değişmiş, ağır sanayiyi ıskalayıp iletişim çağına girilmiş. Ama CHP, 10 yılda yarattığı 15 milyonun içine düştüğü depresyona çare arayacağına, “mürebbiye ideolojisini” çağdaşlaştıracağına her zamanki gibi işin kolayına kaçıyor. Yapması gerekeni öteleyecek ve acziyetini kamufle edecek şekilde iktidara endeksli bir muhalefet diline mahkum ediyor hem depresyondaki seçmen kitlesini hem de bütün Türkiye’yi.
Deniz Baykal’ın halliyle birlikte 2010 yılında Genel Başkanlık koltuğuna oturan Kemal Kılıçdaroğlu döneminde CHP’deki yenilik arayışlarının teşkilatta ve tabanda karşılık bulup bulmaması işte bunlarla ilgili. Yani, tek parti döneminde ekilmiş ve çok partili dönemin vesayet kurumlarıyla gücünü pekiştirmiş bir elit kadronun ve buna eşlik eden habitusun bu dönüşüme ne kadar hazır olduğuyla...
CHP’deki her yenileşme hamlesi bu sosyolojiyi hesaba katmak durumundadır. Yoksa yoksullar, işçiler üzerine kurulmuş bir söylemin neden yoksular ve işçilerden değil de Türkiye’nin en zengin kentlerinin en mutena semtlerinden oy aldığı sorusunu cevaplamak mümkün olmayacaktır.
Öncelikle bu toplum kesiminin Ak Parti iktidarını başına gelmiş en büyük felaket olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. CHP, tabanını AK Parti’yle korkutmaya devam ettiği müddetçe kendine değişim ve yenilik kapılarını kapatmaktadır. Çünkü bu korku psikolojisi gettolaşmaya, nefrete ve kabuğuna çekilmeye zorlamaktadır.
CHP bu çelişkilerden kurtulmadığı müddetçe, kendi içinde koltuk mücadelesi eden bir parti görüntüsü vermekten de kurtulamayacaktır.