Tek parti döneminde sanıldığının aksine CHP devlet karşısında hep bir basamak aşağıdaydı. Bu, özel olarak düşünülmüş ve tercih edilmiş bir modeldi. Üstelik modelin sahibi de bizzat Atatürk’tü.
HP’nin devlet partisi olarak doğması, onun bütün yapısını ilerideki yıllarda da etkiledi. Şekillendirdi. Geri döndürülmesi belki de imkânsız bir yapılandırmaya neden oldu. Devlet, partiye egemen olmakla kalmadı; onu bir genel müdürlük haline getirdi. Fakat CHP yönetimi de zaten bunu istiyordu. Özellikle zamanında Recep Peker’in bu anlayışa karşı çıkmasına rağmen bundan direndi. Partinin devlet katında denetleyici bir unsur olmasına ve kitleyle devlet arasında etkin bir aracı olmasına izin vermedi. Oysa Peker, partinin özerk, etkin, yaratıcı bir örgüt olmasını istemişti. Fakat bu konuda kendisini destekleyen pek kimseyi de yanında bulamadı. 1936 yılında CHP Genel Sekreterliği’nden biraz da bunun için uzaklaştırıldı.
Hasan Rıza Soyak’ın anlattıkları
Soyak’ın “Atatürk’ten Hatıralar” adlı anılarında, bu konuda birkaç sayfa somut örnek bulmak mümkündür. Şimdi gözlerimizi bir an için 1930’lu yıllara çevirelim. Soyak anılarında, “Atatürk sorumsuz parti adamları ile öteden beri tahakkümü itiyat edinmiş bulunan bir takım şahıs ve zümrelerin devlet memurları üzerinde baskı yapmalarına hiç tahammül edemezdi” diye anlatıyor. Sonra şöyle devam ediyor: “Esasen o icra mevkiinde bulunanların da -kendisinin müstesna bir dikkat ve titizlikle riayet ettiği- kanunî yetki ve sorumluluklarının her türlü şahsî duygu ve keyfî hareketlerden tamamiyle salim bir ahenk içinde cereyan etmesini sağlamak için gayret sarf etmekten bir an geri durmamıştır.”
Bu girişteki saptamaların doğruluk payını şimdilik bir yana bırakalım da, esas meseleye bakalım: ‘Sorumsuz parti adamları’ tanımı, zaten bir şeyleri kendiliğinden anlatıyor bize. Oysa ‘devlet memurları’ elbette böyle değildi. Soyak, bütün bunları anlattıktan sonra sadede geliyor ve bize bir öykü anlatıyor. Şimdi bu öyküye kulak vermenin zamanıdır.
“Bu büyük derdimizdir”
Soyak, Atatürk’ün İzmir valisi Kâzım Dirik ile CHP milletvekili ve parti müfettişi Hacim Muhittin Çarık arasında geçen bir tartışmaya müdahil olduğunu belirtiyor. Atatürk’ün kulağına kadar gelen bazı dedikodular üzerine kendisi bu ikili arasında bir anlaşmazlık olduğunu fark etmiş. Bu anlaşmazlığın ötesinde, parti müfettişi sıfatıyla Çarık’ın valiye “tahakküm” etmek isteğini de anlamış. Durumdan kuşkulanınca da bizzat bu geçimsizliğin nedenini anlamak istemiş. Çarıklı’ya sofrasında yer göstermiş olmasına rağmen, yine de vali karşısında onun öne geçmeye kalkışması üzerine de çok sinirlenmiş. Bu aşamadan sonrasını Soyak, Atatürk’ün ağzından şöyle anlatıyor: “Paşa hazretleri [yani vali Kâzım Dirik] burada vali, yani devletin temsilcisidir. Koskocaman vali âlişan. Burada ben bile onun kararlarına göre hareket etmek mecburiyetindeyim.”
Soyak, Atatürk’ün bu kadar çok sinirlenmesinin nedenini de bize açıklıyor. Atatürk şöyle demiş: “Vali bulunduğu vilâyette devletin mümessilidir”; “parti müfettişinin ise, orada kanunî ve resmî hiçbir sıfatı, tabiatıyla da hiçbir nevi sorumluluğu yoktur; onun vazifesi nihayet parti işlerini düzenlemekten ibarettir; icra işlerine müdahale edemez; etmemesi lâzımdır.”
Tâ İttihatçılardan beri…
Bu, Atatürk’e göre, zararlı bir alışkınlıktı ve tâ İttihatçılık zamanından kalmaydı. Partililer, kendilerini “icra”da da görevli ve yetkili sayıyorlardı. Öyle davranıyorlardı. Atatürk, CHP’de de aynı “derd”in başladığı kanısındaydı. Çünkü, onun gözlemine göre, hâli hazırda CHP’de de bazı il başkanları olsun, parti müfettişleri olsun aynı alışkanlığı sürdürüyorlardı. Daha da fenası, “partinin başında bulunan arkadaşlar da bu vaziyeti adeta tabiî buluyorlar”dı. Oysa böyle bir çalışma anlayışı temelden yanlıştı. Şöyle ki, partililer partide çalışmalı; asla icraya müdahale etmemeliydi. Ederse, valinin yetkisine karışmış olurdu. “Parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse, orada devlet işleri ve otoritesi kanunen sorumsuz bir adamın eline geçmiş” olurdu. Böyle bir durum ise, “devlet idaresinde zararları ölçülemeyecek kadar büyük bir felâket”ti.
Zaten İttihatçıların başarısızlığının ana nedenlerinden biri de, bu alışkanlıktı işte. Onlar da sorumlu yöneticilerin arkasına sorumsuz kişileri koyarak ve işleri onlara yaptırarak yanlış yapmışlardı. İşin kötüsü; hâli hazırda CHP’de görevli yöneticiler, valiye işlerinde egemen olabilirdi. Çünkü, valinin bakanla görüşmesi nadirken; partili yöneticiler, Ankara’da her zaman yüksek yönetimle görüşme imkânı bulabiliyorlardı. Bu sayede kendi görüşlerini, valinin aksine, yönetime aksettirme ve kabul ettirme imkânı da vardı. Bu, sonuçta vali açısından partili yöneticilerin boyunduruğuna girmek anlamına geliyordu. Oysa valiler bağımsız olmalıydı. Sonunda sorumluluk onlarındı ve hesap verecek olan da yine onlardı. Partili yönetici açısından ise ortada hiçbir sorumluluk bulunmuyordu. Bu olamazdı. “Buna meydan vermemek” lâzımdı.
Atatürk, bürokrasinin boyunduruk altına girebileceği bir parti denetiminden uzak kalınmasından yanaydı ve böyle bir denetimin, devlet memurları üzerinde hegemonya anlamına geleceğini söylüyordu. Parti, devletten uzak durmalıydı. CHP’ye devlet işlerinde denetim ve inisiyatif verilmemesi, işte bu görüşle ilgiliydi. CHP, devletin desteği olacaktı; yoksa onun üzerinde bir denetim aracı olmayacaktı. Kendine özgü bir kuvvet olmayacaktı. Bir kuvveti varsa; o da devlete yardımcı olmaktı. Devlet isteyecek; o da yapacaktı. Bu kadar basit.
ATATÜRK, RECEP PEKER’DEN DE HOŞNUT DEĞİLDİ
Evet, hoşnut değildi; çünkü Peker de, partinin güçlenmesinden ve devlet işleri üzerinde müdahalesinden yanaydı. Hatta yine Kâzım Dirik ile bu konuda tartışmıştı. Elbette bu münakaşa da Atatürk’e kadar yansımıştı. Yine Soyak anılarında bu çatışmayı da ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Peker, Dirik’in Trakya’daki köylüleri ezmesinden dolayı şikâyetçiydi. “Kendilerinden bir takım işler için dayanamayacakları kadar hizmet ve para yardımı istiyormuş”; “onu oradan uzaklaştırmak lâzımmış.” Atatürk bu şikâyet karşısında hayret etmişti. Olacak şey miydi bu… Yanıt olarak da; eğer elinde bu türden şikâyetlere vesile olacak delil ve belge varsa, ilgili bakanlığa sunmasını istemişti. Ama işin arka planı Soyak’ın anlatımından çıkıyor: Peker ile Dirik zaten anlaşamıyordu. Dirik, CHP Edirne il başkanını istemiyordu; buna karşılık Peker de bu kişiyi tutuyordu. Fakat bu münakaşada da araya Atatürk girmiş ve sonunda il başkanı görevinden alınmıştı. Atatürk Soyak’ı Dirik ile görüşmesi için görevlendirmişti. Ondan yaptıklarına ilişkin bilgi alacaktı. Almıştı da; Soyak, Dirik’in girişimlerinin köylüler için hayli yararlı sonuçlar doğuracağına ikna olmuştu. Köyler kalkınıyordu bu sayede. Bütün bunları bir bir Atatürk’e de anlatmıştı Soyak.
“Pestenkerani” şikâyetler
Ama Peker de ısrarcıydı doğrusu; daha birkaç gün sonra yeniden Atatürk’ten Dirik hakkında şikâyetçi olmuştu. Bu kez elinde koskocaman bir dosya dolusu şikâyet mektubu ile birlikte gelmişti. Yine ağır vergilerden şikâyet eden köylülerin doğrudan CHP nezdindeki şikâyetlerini dile getirmişti. Ama bu kez Atatürk dayanamamış ve adeta patlamıştı: “Sizin bütün işleriniz böyle esaslara, bu kabil pestenkerani vesikalara mı dayanır; yeter artık Recep!” Bu azar üzerine, yine Soyak, Peker’in odadan çıkarken, kendisine uzun uzun bakarak ve başını da sallayarak, “hâli gördün mü?” der gibi baktığını yazmaktadır.
Nihayet Peker’in 1936 senesinde partinin genel sekreterliğinden alınmasının nedenini de Soyak bu münakaşalara bağlamaktadır. Peker, nihayet Atatürk’ün karşısında, “ben partinin genel sekreteriyim; bir şahsiyetim vardır; aynı zamanda bu hususta söz sahibiyim de” demiş. Bunun üzerine de Atatürk, “ben de partinin genel başkanıyım” deyince, bu sorunun nasıl çözüme kavuşturulacağını sormuş. Ve Peker de böylece huzurdan ayrılmak zorunda kalmış. Soyak, sadece üç gün sonra Peker’in görevinden alındığını belirtiyor.
“BAŞKA MAHSURLAR” DOĞABİLİR
Soyak, Peker’in görevden uzaklaştırılmasının ardından, bu şekli çok mahsurlu görenlerin de olduğunu belirtiyor. Hatta kendisi bile onların arasındaymış. Atatürk’ü gördüğünde, ona bu konuyu ilettiğinde ise, o; “kararımız bir takım başka mahsurlar da doğurabilir; fakat muhakkak ki, bundan önce, mevcut olan en büyük, hatta feci mahsuru; yani kanun karşısında sorumsuz olan adamların devlet işlerine hâkim olması itiyadını ortadan kaldıracağı için getireceği fayda, o mahsurlardan daha büyük olacaktır.” Demiş ve bunun üzerine Soyak da görüşünü değiştirmiş.