Başkanlık sistemini merhum Turgut Özal gündeme getirmişti. Ama 1987’den 1993’e kadar Özal ‘baş...’ demeden, ‘padişah olmak istiyor’ tepkileri yükseldi. Tepkiyi Genelkurmay başlattı, ‘siyasal-sivil’ muhalefet sürdürdü... Manşetler başkanlığı değil, Özal’ı tartıştı.
Oysa Özal, siyasal sistemin tartışılmasını ve Türkiye’nin yeni bir yönetim biçimi inşa edecek olgunluğa ulaşılmasını istiyordu. Böylece ‘Türkiye hazır değil’ bahanesi kalkacaktı. Tartışmanın Özal’da kişiselleştirilmesi bunu engelledi. Özal, yıllar sonra “Başkanlığı 1983’te getirecektim, ekonomi izin vermedi. Ekonomi düzelince de siyasal gücüm yoktu” diyecekti.
Özal’ın tartışmalı vefatından sonra ‘Demirelli yıllar’ başladı. Döneme damgasını vuran 1996’daki Susurluk olayıydı. Ancak tuhaf bir durum vardı: Olayın aktörleri devlette ve DYP’deydi ama hedefte, olayı kucağında bulan koalisyon başbakanı merhum Erbakan ve RP vardı! Manşetlerde ‘Hoca iktidarı bırakmazsa ordu darbe yapar’ tehdidi vardı. Demirel, Köşk’te liderleri topluyor; dönemin YDP lideri Hasan Celal Güzel toplantı sonrası “Zirve darbeyi gündemden kaldırdı” diyordu. O kadar ciddiydi... ‘CHP’nin eski genel sekreteri’ Ertuğrul Günay’ın işaret ettiği şey daha önemliydi: “Sanki bir el siyaseti yeniden düzenliyor. Bu tartışmaların ardından başkanlık sistemi gelebilir.”
Kulislere göre, başkanlık sistemi ‘bazı etkili çevrelerde’ yeniden ele alınmıştı; ‘güçlü hükümet ve istikrarlı Türkiye’ için gerekli görülüyordu.
Peki Özal’la ‘padişahlık’ görülen başkanlık Demirel’le nasıl ‘istikrar’ getirecekti?
Hesap şuydu; RP yükseliyordu ama ‘merkez sağ’ hala en güçlüydü. Başkanlık sistemi gelirse RP’nin şansı kalmazdı!
Ankara’da siyaset çevreleri ise “Türkiye başkanlık sistemine silahlı kuvvetlerle değil, sivil kuvvetlerin kararıyla geçmeli” diyordu. Yani başkanlık sistemini ‘asker’ istiyordu. (Bu hafta başında çıkan “Çevik Bir başkanlık istiyordu” haberi bunu doğruluyor.)
Cumhurbaşkanı Demirel de hazırlıklarını yapmış ‘şartların oluşmasını’ bekliyordu. 1997’de açıkça “Cumhurbaşkanını halk seçmeli” diyecekti. Demirel’in konuyu danıştığı Özal’ın bakanlarından Halil Şıvgın, “Demirel’e sorarsanız ‘Böyle bir çalışmam yok’ diyebilir. Ama var olduğunu çok iyi biliyorum” diyordu.
Bu notları 28 Aralık 1996 tarihli Aksiyon dergisinden aldım. (Haberi yapan Mustafa Ünal bugün Zaman gazetesinin Ankara Temsilcisi olarak ‘deja vu’ yaşıyordur.)
Ardından 28 Şubat geldi. Türkiye Genelkurmay (ya da Selimiye)-Çankaya ekseninde bir ‘gölge başkanlık’ dönemine girdi. Ahmet Necdet Sezer’le sürdürülen bu dönemde kararları ‘Çankaya’ belirledi.
Ancak bu dönemde de başkanlık sistemine geçilmedi. Belki ekonomik krizlerden, belki ‘merkez sağ’a güvenilmediğinden, belki de sürecin ‘bin yıl sürecek’ olmasına asker garantisi verildiğinden... Dönemin aktörleri bugün, “Başkanlık sistemini 28 Şubat’ta getirecektik, ekonomik krizler patladı. AK Parti ekonomiyi düzelttiğinde de siyasal, sayısal gücümüz kalmamıştı” diye bir tür ‘Özal pişmanlığı’ yaşıyor olmalılar.
Bugün de muhalefet başkanlığı ‘Erdoğan’la kişiselleştiriyor, sistemi tartışmıyor. Nedeni -açıkça söylenmese de- yine aynı: ‘Biz başkan seçtiremeyiz, o halde başkanlık olmasın!’ Oysa parlamenter sistemdeki seçim öncesi ittifaklar başkanlık sisteminde de mümkün ve bugünkü siyasal muhalefet tablosundan bile AK Parti’ye karşı aday çıkarabilir. İktidarı ‘kendisiyle uzlaşmaya’ zorlayan muhalefet, iktidara karşı güçlü bir uzlaşma sergileyebilir. Zaman daralıyor. Türkiye 2014 Ağustos sonunda cumhurbaşkanını seçimle belirleyecek. Seçilmiş iki siyasi liderin yönettiği bir Türkiye, bunun adını koymak, altını da doldurmak zorunda. AK Parti, yeni anayasa ve ‘daha güçlü siyasal sistem’ konusunda ısrarını kamu diplomasisiyle halka anlatıyor. Bu ciddiyet, anayasa ve sistem konusunda çıkacak krizlerde sorumluluğu muhalefetin üzerinde bırakır.