Aslında, sözün bittiği yerden söz ediyoruz...
Ahmet Kekeç dostumun da çok güzel belirttiği gibi (O artık bir ölüdür, terörist değil. STAR, 16.01.2013) ölüm karşısında bu gezegenle ilgili bütün aidiyetlerimiz sona erer.
O insanın yaşadığı sürece yaptıkları ve yapamadıklarının önemi bir sis bulutunun ardında kaybolur gider, ölüm, inananlar için bir başka adaletin başladığı, “bireyselkıyamet anıdır...”
İnsanoğlu açısından en vahim an, ölüm ile siyasetin buluştuğu andır.
1970’li yıllarda bunun acısını çok derin yaşamış bir kuşağın üyesi olarak söylüyorum bunu...
O yıllarda sol kanattan bir üniversite öğrencisi genç yaşında bir çatışma sonucu yaşamını kaybettiğinde, işi, tabutun içinde yatan cenaze üzerinden yeni “kinler” üretmek olan birileri ellerindeki megafonlar ile konuşurlardı: “O, ölmedi, güneşe gömüldü, güneşin zaptı yakın...” falan...
Oysa, tabuttaki o genç ölmüştü, biz onu toprağa veriyorduk ve kısa bir zaman içinde “ateşin gerçekten düştüğü yer” haricinde onun adını kimse hatırlamayacaktı...
Türkiye, o megafonlardan yükselen “cırtlak” seslerin gürültüsünde her kesimden yaklaşık 6 bin evladını, anlayamadıkları kanlı bir senaryonun içinde toprağa verdi, devamında da gençlerin “bir oradan bir buradan” asıldıkları darbe ile karşılaştı!..
Gençtik...
Berbat bir “küresel senaryonun” sıradan piyonları olduğumuzu bilmiyorduk...
Her cenaze, yeni öfkelerin ve kinlerin bataklığı gibiydi...
Her ölüm, yeni bir ölümü doğuruyordu...
Deneyimler önemlidir
“ Deneyim”(tecrübe) yalnız bireylerin değil, toplumların yaşamı için de çok önemlidir. Eğer yaşanılanlardan ders çıkartamaz, bir zamanlar uygulanmış senaryoların perde arkasını okuyamadan bildiğimiz yoldan ilerlersek, uçurumla karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Paris’te “şaibeli” bir suikaste kurban giden Sakine Cansız,Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez bugün doğdukları topraklara teslim ediliyorlar. Bugün, söyleyeceğimizi iki kere düşünüp söyleyeceğimiz bir gündür.
Birincisi, inancımız, ölünün arkasından konuşmamıza izin vermiyor. İkincisi ölüm ile siyasetin buluştuğu noktada ne tür bir belanın çıktığını çok iyi biliyoruz.
Millet, soğukkanlıdır.
Bir cenazeden doğacak “kışkırtmanın” faturasını deneyimlerinden biliyor.
Eğer, ülkenin insanlarını birbirine kırdırmayı amaçlayan “küresel senaryo”nun farkına varmamış olsaydı, son 30 yılda, 1970’li yıllarda düştüğü hatayı tekrarlardı.
Kaygım, sokaktaki insandan kaynaklanmıyor.
Kim nefret tohumu ekerse
Bir cenazenin başında kim, öfke ve kin tohumunu ekerse, bilin ki, bu ülke insanının gerçek düşmanı odur.
...Veya...
Bir cenazeden kaynaklanan görüntüleri kim, “cepheleşme” için kullanıyorsa, onun işbirlikçisidir...(Bırakalım şu “Haburlaşma” tanımını artık, o da bir deneyimdir ve herkes orada yaşanılanlardan gereken dersi çıkarttı zaten...)
Hepimiz biliyoruz...
Paris’teki cinayet, Anadolu’nun Türk ve Kürt yurttaşlarına karşı gerçekleştirilmiş, şifresi, yabancı ülkelerin kasalarında saklı korkunç bir saldırıdır.
Amacı, 3 savunmasız kadını infaz ederek, ortak coğrafyanın insanlarını birbirine düşürmektir.
Tetiği çektirenler, bu ülkenin bütün insanlarını karşılarına almışlardır. Hedeflerinin bu ülkenin insanlarını birbirine kırdırarak Türkiye’nin demokrasisine darbe vurmak ve bu yolla “güçlü küresel oyuncu olma” rotasını engellemek olduğu açıktır.
Bu nedenle...
Türkler susacak...
Kürtler sakin olacak...
Bugün bir kent (adına ister Diyarbakır, ister Diyar-ı Bekr veya Amed deyin) bir sınavdan geçecek...
Topraklarına cenazelerini kabul ettiği 3 kadının yaşam öykülerinde yaşadıkları ve yaşattıklarının artık bir önemi yok...
Önemi olan bir tek nokta var: Biz, geride kalanlar, onların kanlı sonlarını hazırlayan “ortak düşmanlara” sesimizi nasıl duyuracağız?..
Bir “infazla” bizi çatıştırmayı hedefleyenlere vereceğimiz en anlamlı yanıt, onların tuzağına düşmememizdir.
Ben, bu ülkenin bütün insanlarına güveniyorum...