Türkiye'de dini grupların kamusal alandaki varoluşunu ulusal ve uluslararası dengeler içerisinde anlamak zorundayız.
Bugünlerde gündeme gelen Süleymancılık tartışmaları çok derinlere uzanıyor. Hitler'in Müslümanlara ilgisi işin püf noktası. Savaşı kaybeden Hitler'den sonra Batı Almanya'ya hâkim olan Amerikalıların Münih'te başlayan komünizmle mücadele konsepti irdelenmeden hadise anlaşılmayacaktır. Bu hikâyenin detaylarını bir sonraki yazıda izah edeceğiz.
Tarikat ve cemaat kavramlarının birbirine karıştırıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Gelenekli tarikatların bir kısmının modern cemaatlere evrilmesine tanık olduk. Üstelik geleneksiz cemaatlerin ortaya çıktığı ve de dijitalleştiği bir döneme girdik.
Cemaat taraftarı yahut karşıtı olmadan da bu sosyal yapıları anlamak ve tanımak zorundayız. Bu sosyolojik vakıa bu ülkenin gerçeği ve istesek de istemesek de var olacak.
Osmanlı son dönemi ve yeni Cumhuriyetin ilk evresi bilimin yüceltildiği zamanlardı. 1950 öncesi bastırılan, sessizliğe bürünen dini gruplar Ankara için Soğuk Savaş döneminde birden kıymetli hale geldi. Batılı müttefiklerimiz bizim dini cemaatlerin Sovyet tehdidine karşı toplumsal bilinci artıracağını telkin ettiler Ankara'ya.
Esasında devletin cemaatlerle ilişkisi siyasetçilerden çok daha derin. Devlet organizması resmen kabul etmediği cemaatlerle her zaman fiili bir ilişki içinde oldu. 1950 sonrası dini alanda yaşanan serbestiyet doğal olarak cemaatlerin güçlenmesini, yeni çekirdek kadrolarının yetişmesini sağladı. Ancak 1960 sonrası kırsaldan kente göçle birlikte geleneksel küçük yapıların kitleselleşerek modern cemaatler halini almasına tanık olduk.
Cumhuriyet elitleri Batı'ya hayran olmakla birlikte Batılı müttefiklerimizin komünizmle mücadeledeki yöntem ve telkinlerini bir türlü anlamak istemediler. Şehirleşmeyle birlikte üniversiteye gelen gençleri korumak isteyen Ankara'daki değişmeyen akıl gençleri gözetecek yapıları destekleyecekti.
Soğuk Savaş yıllarında dergiler, kitaplar düşünce hareketlerini hızla dünyaya yayıyordu. Dünyada gençlik hareketleri ve 1960 sonrası ortaya çıkan siyasi ortam ülkenin dünya sistemindeki durumunu riske atıyordu. Türkiye'de işçi ve öğrenci hareketleri siyasal zemini her an değiştirebilirdi.
Ankara'da cemaatlerin işlevi tartışılmış ve o günkü Sovyet korkusu içinde görece doğru kabul edebileceğimiz formüller geliştirilmişti. 27 Mayıs'ta emekli edilen bazı dindar askerler artık vazifelerini cemaatlerin içinde yürütmek zorunda kalmışlardı. Kimi muvazzaf komutanlar ve sivil aydınlar da irticaya karşı sert tutum takınmışlardı.
12 Eylül 1980 darbesinin konseyi cemaatlerin toplumsal gücünden yararlanmış ve anayasaya desteklerini istemişti. Cemaatlerin önemli bir kısmı 12 Eylül rejimiyle iyi geçinmek zorunda kalmıştı. Çünkü 1991 sonrası yeni dönemde Batılı müttefiklerimiz bu yapıların önemini gayet iyi biliyordu. Soğuk Savaş bitmişti ancak Doğu Avrupa'da, Orta Asya'da ve Afrika'da yıkılan sosyalist devletlerin yeni düzeni ekonomik bir pazar olarak cezbediciydi. Soğuk Savaş bitiyordu ancak 1990-1994 arası Türkiye'nin en karanlık yıllarıydı. Faili meçhuller, terör, istikrarsız hükümetler...
Batılı müttefiklerimiz için Balkanlarda ve Türkistan havzasında boşluğu dolduracak yapılar Türk devletinin diyaneti ve milli eğitim kurumları yerine "the cemaat" ve benzeri yapılar olacaktı.
12 Eylül döneminde Süleymancılık davasında cemaatin avukatı daha sonra bir suikastle (1990) katledilen merhum Muammer Aksoy'du. 1961 anayasasının mimarlarından Cumhuriyet Senatörü Aksoy, Süleymancıları 12 Eylül döneminde mahkemelerde savunmuştu. ADD'nin kurucusu merhum Muammer Aksoy'un müvekkili cemaatin lideri Kemal Kaçar'la olan hukuku irdelenmeden Türkiye'de cemaatler meselesi laik-dindar gerilimine hapsedilecektir.
Türkiye'de bir türlü yüzleşemediğimiz, tartışamadığımız mesele Soğuk Savaş döneminde sisteme entegre edilen yapıların var oluş gerekçelerini unutmaları ve bir kısmının artık başka yerlere gönül vermeleri. Geçmişte sevabıyla günahıyla bu ilişkiyi inşa edenler ise çekilmişler kenara.