İnsanlar hayâl kurarken kendilerini olduklarından bambaşka karakterler olarak görebilirler. Gerçek hayatda o muhayyel yaratıklar gibi davranmadıkları sürece bundan kimseye bir zarar gelmez. Aynı durum ülkeler için de vâriddir. Meselâ bir Türk olarak devletinizin kısmen 15./ 16. ve 17. Yüzyıllarda nasıl bir cihan şampiyonu olduğunu tahayyül ederek hoşça vakit geçirebilir yâhut efkârlanabilirsiniz. Hattâ bunu, sorumlu mevkıyde bir yönetici olarak da yapabilirsiniz. Tabii sorumlu yöneticiliğin temel şartlarından biri hayâl ve hakıykati birbirine karıştırmamak olduğu için bu tür hayaller aslâ pratik alana yansımaz.
O bakımdan şimdi benim, alelâde bir vatandaş olarak tutup da Türkiye’nin filanca komşusuna, bir edebsizliğinden ötürü haddini bildirmesini istemem başka şeydir, bir, diyelim ki, dışişleri bakanının konuyu değerlendirmesi yine apayrı bir şey. Onun her sözü bilhassa ülke dışında ince elenip sık dokunacağı için, demin bahsi geçen Yurddaş BayYağmur’un “Asalım, keselim!” figânı bir dışişleri bakanının ağzında farz-ı muhâl “Ülkemiz bu durumu gereken bütün ciddiyetle ele alacakdır.” biçimine dönüşebilir. Ama diplomatik dilden anlayanlar için bu sözlerin, “asalım, keselim” yaygarasından daha tehlikeli bir tehdîd oluşturduğu da söylenebilir.
Yeter ki bu sözleri telaffuz eden resmî ağız gerçekden ciddîye alınan bir devletin temsilcisi olsun!
Peki, Türkiye ciddîye alınan bir devlet mi?
Hikâyeyi belki işitmişsinizdir; adama lâubâlî arkadaşı “Karın yatakda nasıldır?” diye sormuş, beriki derin tefekküre dalmış:
“Vallâhi, ne desem boş. Kimileri öyle diyor kimileri böyle... Ben de şaşırdım kaldım.”
Aynı suali İsrâil için sorsanız istisnâsız herkesin vereceği cevab aynı olur:
“Evet, ciddîye alınan, hem de çok ciddîye alınan bir devletdir!”
Bu cevabdan kimsenin zerre kadar şübhe etmeyeceğine dâir de her türlü bahse girebilirsiniz.
Lâkin, çok istirhâm ederim, Türkiye için de aynı hükme varmak imkânı var mı?
Kimse cevâbını yüksek sesle söylemesin; herkes kendisi için cevablasın, yeter!
Benim bu ülkenin bir mensûbu olarak gençliğimden beri içime sindiremediğim, sindirmek ne kelime, tahammül edemediğim bir durum, Ankara’daki “Büyüklerimizin” her allengirli durumda, Türkçesi Türkiye’nin ensesine her şaplak inişde geviş getirir gibi tekrarladıkları şu “Türkiye ciddî, edebli ve büyük bir devletdir; öyle tahriklere filan kulak asmaz!” yâvesidir.
Yâhû, Allah rızâsı için bir kerecik olsun ciddiyeti ve edebi bir yana bırakın da şöyle ağız tadıyla bir “gayrı-ciddî ve edebsiz” hâlinizi görelim ki gözlerimiz açık gitmeyelim, be!
Sözümona birtakım aklıevveller de derin analizlerle bizleri irşâd ediyorlar; efendim, Türkiye Sûriye’ye taarruz ederseymiş bütün Arab Âlemi aleyhimize dönermiş, AB de tenhâda gizlice göbek atıp bayram edermiş!
Evet, oysa şimdi bütün Arab Âlemi bizlere hayran, her emrimizi ânında yerine getirmek üzere müheyyâ bekliyor; AB ise zâten şu Türklere o kadar yalvardığımız halde aceb neden bir türlü aramıza katılıp bizleri ihyâ etmek istemezler diye derin teessürler içinde!
Savaş kışkırtıcılığı fevkalâde zevkli bir iş, ben bayılıyorum.
Öte yandan alt tarafı kırk elli kişi öldü, bir o kadarı da ağır yaralı diye de meseleleri fazla büyültmemek lâzım.
Ne demiş adam:
“Sayılmayız parmağınan;
Tükenmeyiz kırmağınan!”
Zâten Sûriye Devlet Başkanı evvelsi gün durumu îzâh etdi:
“Türk Ordusu savaşamaz!”
Vardır elbet bir bildiği... Koskoca Cumhurbaşkanı boşa konuşacak değil ya!
Benim bu sütunda yayınladığım ve “Bu Ordu Muhârebe Edemez!” başlıklı iki yazım vardı. Acabâ onları mı okudu?
Doğrusunu söylemek gerekirse sırf TSK’ya yüklenmek de büyük hatâ.
Onların yılda 20 küsur milyar dolarlık bir bütçeyle ve 720.000 kişilik balon gibi şişirilmiş bir kadro ve onun başına getirdikleri 364 general ve amiralle böylesine “tuhaf” bir yapı ortaya koymalarına politikacılar göz yummadı mı?
TSK gerçekden “caydırıcı” bir güç olsaydı acabâ Sûriye, arkasında onu itekleyen Rusya ve İran’a rağmen acabâ Türkiye’ye karşı bu küstahlığa cür’et edebilir miydi?
Bir İsrâilli general bulsak da sorsak...