Türkiye, kendi içinde yaşadığı tüm sıkıntılara ve özellikle iç dengelerini yeniden kurma noktasında yaşadığı sancılara rağmen yükselişini sürdürüyor. Zaten bahsettiğim sıkıntıların kaynağı da, bu yükselişi kontrol altına almak isteyen büyük güçlerin operasyonları.
Bir yandan bu operasyonlara rağmen kendi dengenizi sürekli ve sağlam biçimde kurmak, diğer yandan yükselişinizi sürdürmek zorundasınız.
Bir önceki yazıda, dünyada başlayan yeni güç savaşında Türkiye’nin arada sıkışmış bir ülke olmadığını, aksine aktif denge rolü oynayacak birkaç önemli güçten biri olduğunu ifade etmiştim. Nitekim yeni dönem siyasetinin kodlarının oluşmasından, yaşanan güç mücadelesine kadar her başlık bize bunu söylüyor.
Ancak bazı adımların atılması gerekiyor ve zaten şu anda ayak seslerini duyduğumuz çatışma da bunlar üzerine şekillenecek.
Bugün siyasetin ve dış politikanın dışında, ama elbette bunları doğrudan etkileyecek bir başlık üzerinden konuya devam edelim: Ekonomi.
Şu sıralarda faizlerin indirilip indirilmemesi üzerinden başlayan tartışmanın, basit bir görüş ayrılığı olmadığını; aksine yakın geleceğin belki de en önemli tartışma başlığı olduğunu görmeliyiz. Burada ortaya çıkan direniş, kesinlikle sıradan bir tepki değil. Çünkü herkes bugünkü sözleriyle ve çıkışlarıyla kendisine gelecekte farklı pozisyonlar arıyor.
Şu halde Merkez Bankası’na Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından getirilen eleştirinin ardından, hem söz konusu bürokratın, hem de kritik konumdaki iki bakanın bu uygulamayı savunma konusunda gösterdiği ‘heves’ bir kenara not edilmeli.
Başbakan Erdoğan yüksek faiz kıskacının baskı altına aldığı ve ekonominin asıl taşıyıcısı olan kesimleri rahatlatmak için hamle yapmak isterken, iki bakan, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek, uluslararası finans çevreleri üzerinden bir yol haritası çizmenin peşindeler.
Aradan geçen on iki yıllık süre, AK Parti iktidarına pek çok önemli başarıyı armağan etti. Türkiye siyasi ve ekonomik krizlerde ayakta kalmayı başardı. Kendisine yönelik ciddi operasyonları bertaraf etti.
Ancak şimdi bu başarıyı daha kalıcı hale getirmenin olmazsa olmaz adımlarını atmak gerekiyor. Güven duyulan, finans akışı açısından dünyadaki pek çok merkezin ilgi duyduğu bir ülke olmak elbette güzel. Ancak söz konusu finans hareketliliği yatırıma dönüşmeyip, sadece belli alanlarda dolaşan bir özellik taşıyorsa orada ciddi sorunlar ortaya çıkabilir.
Yatırım ve üretim esaslı bir ekonomik modeli inşa etme konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gerek zihin kodları, gerekse de yakın gelecek için çizdiği siyasi model, hayli uygun bir zemin oluşturabilir. Karşısında da mutlaka ‘finans’ merkezli modelin temsilcilerini bulacaktır, nitekim şaşırtıcı bir şekilde şimdiden bulmuş görünüyor.
İşte size üzerinde çokça tartışmamız gereken bir tespit. Bu konuda kafaları karıştıracak en önemli nokta, uluslararası finans çevrelerinin sözcülüğünü bu kez hayli dindar ve muhafazakar bir profilin üstlenmiş olması. Eşraf çocuklarının yabancı dille eğitim yapan mekteplerdeki zihniyet dönüşümü eninde sonunda bunu üretecekti zaten.
Merkez bankalarının bağımsızlığını şekillendiren zihniyet, bugünü nasıl öngörmüştü, bunu ayrıca tartışabiliriz. Ama eğer bu bağımsızlık, Türkiye’yi çıkmaza sürükleyecek bir ‘sorumsuzluk’ noktasına gelmişse, herhalde yeni ekonomik modelde bunu da sorgulamak gerekiyor.
Bu konuyla ilgili son sözüm şimdilik şu: Merkez Bankası üzerinden başlayan bu çatışma, aynı zamanda yakın geleceğin siyasi ve ekonomik ayrışmasının belki de en önemli başlığı sayılmalı.
Diğer başlıkları da konuşacağız.