Dünyada yeniden şekillenen dengeler ve Türkiye’nin buradaki rolü/arayışları üzerine konuşmaya devam edelim. Önceki yazıda Merkez Bankası üzerinden devam eden tartışmaya dikkat çekerek, bunun sıradan bir görüş ayrılığı olmadığını; kabaca finans merkezli ekonomik modelle, üretim merkezli model arasında bir ayrışma olduğunu, bunun da yeni dönemin siyasi modelini belirleyeceğini ifade etmiştik.
Başbakan Tayyip Erdoğan, uzun zamandır ekonominin sadece ‘finans’ hareketliliği üzerinden devam eden ve operasyona açık/kırılgan bir modele dönüşmesinden rahatsız. Son beş yıldır dünyadaki önemli uluslararası kuruluşlara getirdiği eleştiriler, hem bu kurumların karar mekanizmalarının Soğuk Savaş döneminden gelen yapısına ciddi itirazlar içeriyordu. Hem de Türkiye gibi ülkeler üzerinde uyguladıkları programlara.
Erdoğan, bölgemizi ve dünyayı ilgilendiren hemen tüm büyük krizlerde, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların hem yetersiz kaldığını, hem de bazen bu krizleri daha da derinleştiren bir rol oynadığını sıkça vurguladı. O nedenle iki önerisi vardı. Ya bu kurumların tasfiyesi, ya da karar mekanizmaları başta olmak üzere yeniden yapılandırılması.
Hala Türkiye’nin IMF benzeri kuruluşların hazırladığı programlarla yola devamını isteyenler, aynı zamanda faizlerin düşürülmesine karşı çıkan lobinin ta kendisi. Bu programların sözkonusu ülkelerin ekonomik ve siyasi modellerini şekillendirdiğini, bunun zaman içinde ciddi bir çıkmaza dönüştüğünü de bu tespitlere eklemek gerekiyor.
Başbakan Erdoğan, sözgelimi IMF’ye olan borcumuzun ödenmesini sıkça dile getirmesi, seçim propagandası ya da kitlelere dönük popüler bir söylem olarak algılandı. Oysa bu yaklaşım, Türkiye’nin yeni bir ekonomik modele doğru adım atmasını yansıtıyordu.
Türkiye’de çoğunlukla kişisel nedenlerle hükümete yönelik eleştirilerin dozunu giderek artıran kimi liberal isimlerin, esasen böyle bir gidişata göre tavır aldıklarını da söyleyebiliriz. En açık ifadesiyle Erdoğan’ı kontrolden çıkmış görüyorlar, dahası yeni ekonomik modelin inşasını da kendi varlıklarına yönelik bir tehdit gibi algılıyorlar.
Ekonomisi kırılganlıktan sıyrılmış, finans ve yatırım arasındaki dengeyi yeniden kuran, yani finans akışını yatırıma dönüşmek üzere planlayan, dolayısıyla da sürekli bir operasyon tedirginliği yaşamadan yoluna devam eden bir yeni modelden söz ediyoruz.
Her yeni model kuşkusuz bir geçiş dönemini içinde barındırır. Buradan baktğımızda Türkiye’nin son yıllardaki siyasi ve ekonomik seyrinin, ayakları daha sağlam basan bir modele gidiş olarak okunması doğru olabilir.
Merkez Bankası tartışması burada özel bir önem taşıyor. Çünkü dünyada merkez bankalarının bağımsızlaştırılma süreci, uluslararası sistemin ülkelerin ekonomisini doğrudan yönetme ve yönlendirme kabiliyetinin en önemli araçlarından birisini oluşturuyor. Siyasetin sorumlu olduğu ve hesap verdiği, ancak pek de belirleyici olamadığı bu ‘bağımsızlık’ dayatmasının, aynı zamanda siyasi modeli köşeye sıkıştıracak kadar ciddi bir planlama olduğunu tekrar tekrar değerlendirmek gerekiyor.
Elbette bu mesele, uluslararası sistemle milli devlet yapısı arasında sınırları çok keskin bir çatışma olmaktan çıkmış durumda. Böyle bir ayrım yapmak kolay olmadığı gibi, olup biteni doğru kavramamızı zorlaştırıyor.
Böyle bir çatışmada Türkiye iç ve dış dengelerini yeniden tanımlayıp yeni bir siyasi ve ekonomik model oluşturacak. Zor, ama kaçınılmaz bir gidişat bu.