Barış ve çatışma süreçleri ilke olarak, zaman, mekan ve siyasi irade kararlılığının aynı zeminde buluşması sonucu ancak çözüme kavuşabilir. Diğer bir ifade ile tek ayağı olmayan birden fazla etkileşimi olan süreçlerdir bunlar. Eğer siz doğru zamanı yakalamış ve doğru yerde olmayı becerebilmiş olsanız bile, siyasi liderliğiniz çok hızlı harekete geçmemişse sonuç almanız nafile olur. Aksi takdirde ya uluslararası güçler ya da bölgesel aktörler sizin hızlı kullanmadığınız liderliği kendileri araya girerek sizi boşa çıkarırlar. Bizim çözüm sürecinde yaşadığımız da tam budur. Aslında dün de yaşadığımız buydu.
1991’de ABD’nin körfez müdahalesinin PKK’yı nasıl daha çok iştahlandıracağını doğru ve yerinden okumakta sıkıntılar yaşandı.
1999’ da Öcalan’ın yakalanmasını sadece ‘’Biz ve Onlar’’ üzerinden okuduk ve bu yakalanmanın örgütü bitireceğine inanma gibi absürd bir anlayış üzerinden değerlendirildi.
2003’de ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin PKK için yeni bir alan ve savaşma kabiliyeti anlamına gelebileceğini öngörmek bir tarafa, ‘’Tezkereye Hayır’’ apolitikliği ile PKK’nın kendisini yeniden daha güçlü biçimde tahkim etmesini sadece seyretmek ile yetinildi.
2011’de İran faktörünü göz ardı etme ataletine düşerek bölgede en baskın emperyal politika yürütücüsünü hafife aldık ya da bu gücün bize ilişkin niyetini ve kapasitesini tam anlamıyla değerlendiremedik. Sırf bu nedenden ötürü 2011’den 2013’e kadar büyük bedeller ödeyerek kendimizi beyhude bir patinajın içine yuvarlanırken bulduk.
Ve 2013’te asıl tehlikeli konjonktürün nasıl oluşmakta olduğunu yaratıcı bir biçimde gördük ama hızlı davranmama, tembellik ya da bürokratik mekanizmanın frenleri gibi bizim için lüks sayılacak tutumlar içine girerek bu konjonktürün ‘’iç akıntılarına’’ gereken dikkati ve değeri vermekte büyük gecikmeler yaşandı.
Bu meseleyi bugün sadece güvenlik konsepti içerisinde değerlendirme anlayışına, bir tür mahkum hale gelmişsek, bu durum yukarıda özetlediğim nedenlerden ötürüdür. Yani PKK ile mücadele sondan başlayan bir filmin ‘’flashback’’ sahneleri gibi, sil baştan yaşıyorsak, bu dejavunun nedenleri aslında çok iyi biliniyor.
Eğer 2013 yılında Türkiye’ye karşı ölümcül saldırıların başladığı bir dönemde İmralı görüşmelerinde de konuşulduğu gibi Öcalan’ın “Eğer elinizi çabuk tutmasanız İran PKK’yı ele geçirir” uyarısı dikkate alınsaydı yani çözüm sürecinde atılan adımlar çürütüle çürütüle değil de doğru zamanda atılsaydı PKK’nın manevra kabiliyeti boşa çıkarılabilirdi.
En basit örnekle 2010 yılından beri hasta tutuklulara ilgili somut adım atılmadı. Öcalan’ın deyimiyle ‘’Bari hasta tutukluları serbest bırakın ki bir inandırıcılığım olsun bu müzakerelerde’’
Bu bile yapılamadı. Aslında yapılamazdı ama Öcalan’la görüşenler neden yapılamayacağını bile derli toplu ve ikna edici bir biçimde anlatmadılar. Çünkü o günkü yargı iktidar karşıtıydı ve çözüm sürecini ihanet olarak görüyordu. Çözüm için atılan ya da atılmak istenen her adımı sabote ediyordu. Yani görüşmeler sahici yapılmıyordu. Zaman kazanma mantığıyla yürütülüyordu. Doğrudur, bazen zaman en iyi ilaçtır. Ama eğer zaman sizin aleyhinize işliyorsa yapacağınız tek şey bu zamanı uzatmak değil aksine kısaltmaktır.
2013 yılı içerisinde hızlı ve gerçekçi adımlar atılsaydı her şey o yıl içerisinde Türkiye’nin lehineydi. Ama geç kalındı. 2013 yılının Nisanı’ndan sonra dünya, yeni bir dünya, bölge de yeni bir bölgeydi artık. Gitmesi gereken Esad artık kalıcı, dünya ve bölge İŞİD denilen bir zebani örgütle tanışıyordu. İran bütün varlığını Suriye’ye sokuyor. Lübnan Hizbullah’ı Suriye savaşının ortağı oluyor ve ABD artık Suriye’de çözümün değil çözümsüzlüğün sahibi oluyordu. Sizce böyle bir konjonktürde PKK silah bırakır mıydı? (devamı Perşembe gününe)