Perşembe günü kaldığım yerden devam ediyorum. 5. Türkiye ilk defa halk oyu ile Cumhurbaşkanı seçiyordu. DAEŞ aynı anda Erbil başkonsolosluğunda 49 rehine eylemini yapıyordu. Rehine eylemi Türkiye’ye karşı planlanan derin stratejinin ilk işaret fişeğiydi ama meğer “stratejik derinlik” hiçbir şeyi görmeme ve duymama derinliğiymiş. Musul’un işgali ve hemen arkasından gelen 49 rehine alma eylemini doğru okuyamayan hiçbir strateji ‘’ derinlik’’ kavramını hak etmez.
Biraz daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Libya’da ABD Büyükelçisi’nin öldürülmesi eylemi, Musul’un işgal edilmesiyle bambaşka bir karakter kazanarak operasyonel olarak karşımıza bir toprak parçasının fethi ve biçimsel olarak da bir devlet kimliğinde çıkıyordu. Belli bir toprak parçasına ve bir tür devletleşme aygıtına kavuşan Arap Baharı karşıtı güçler, artık daha önceden belirlenmiş bir stratejiyi kusursuzca hayata geçirebilir hale geldi.
Arap Baharı Reformu’nun simgesel değerini en ikonik biçimde temsil eden ülke hiç kuşkusuz Türkiye’ydi. Arap Baharı’nın başarılı olmasıyla evrileceği tek model ülke de yine Türkiye’ydi. Dolayısıyla, nedenler henüz doğal sonuçlarıyla buluşmadan, model ülke ile model ülkeyi rehber alan reformcu güçler büyük ve sarsılmaz bir güç birliği oluşturmadan, hemen hızla önü alınmalıydı.
Mısır’da İhvan’nın deneyimsizliği ve siyaset yapmak yerine kutsal metinlere bağlılığı, reform karşıtı güçlerin elini kolaylaştırıyordu. İhvan’ın bu açmazından kısa sürede yararlanarak Mısır’da bir darbe üretme başarısı gösterdiler. Mısır’da yapılan darbe önce Esad karşıtı cephede büyük gedikler açtı. Türkiye büyük bir kararlılıkla darbe karşıtı konumunu sürdürdü ama Suudi Arabistan için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil.
Nitekim, bu durum ikincil olarak Suriye muhalefetinden ayrılan DAEŞ’in işine çok yaradı. Silah ve militan devşirmede olağanüstü imkanlara kavuştu. İşte şimdi “stratejik bir derinlik” ile beslenen Ortadoğu’ya ilişkin Türk dış politikasını bütünüyle sarsmanın zamanı gelmişti. Türkiye geriletilmeden Arap Baharı’nın önünü kesmek imkansızdı. Ve düğmeye basıldı.
Önce Musul’da 49 resmi görevli rehin alındı. Arkasından Şengal bölgesinin işgali geldi. Bu işgalin en büyük amacı Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında imzalanmış olan 50 yıllık petrol anlaşmasını ortadan kaldırıp, iki etkili aktör arasında bir güven bunalımına yol açmaktı. 49 rehine ile Türkiye pasifize edilerek, Şengal işgali sonra direk Erbil’e yönelmekti. Öyle de yapıdı.
Erbil’e 45 kilometre yaklaşan DAEŞ, bu tehdidiyle Kürtlerin nezdinde Türkiye’nin güçlü ve güvenilir müttefik olmadığının altını çiziyordu. Nitekim bu durum Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor ve yapmak zorunda olduğu bütün yardımları büyük bir sessizlik içinde yapılmaya zorluyordu. Öte tarafta İran tam da bu nokta da bir kurtarıcı gibi sahne alıp özellikle de Süleymaniye çevrelerinde çok ciddi destek buluyordu.
Arkasından gelen Kobani saldırısı ise açıkça Türkiye iç politikasına müdahale olarak tasarlanmıştı. Kobani’nin kuşatılması, zaten sallantıda olan çözüm sürecini bir darbe ile bitirmeye yönelikti. Kobani saldırısı, çözüm sürecini yönetilemez hale getirdi. PKK bütünüyle İran’ın kontrolüne girdi ve hiç tereddüt etmeden Türkiye’yi DAEŞ’in hamisi ve işbirlikçisi olarak ilan etti. Böyle bir özdeşleştirme reform karşıtı büyük güçlerin desteğiyle uluslararası bir kampanyaya dönüştü.
2013 yılının başında Türkiye İran’la olan bölgesel rekabette iki adım öndeydi. Kürt coğrafyasının Güney’i ile 50 yıllık anlaşma yapmış ve yıllık 11 milyar doları aşan bir ticaret hacmi yakalanmıştı. Buna paralel olarak içeride başlatılan İmralı görüşmeleri ile Kuzey Kürtleri de kontrol altına alınmıştı. Hatta defalarca Ankara’ya çağırılan Rojava temsilcileriyle de anlaşmanın yolları aranıyordu. Eğer bu süreç tasarlandığı gibi yürüseydi hiç kuşku yok ki, Türkiye Ortadoğu’daki konumunu daha da güçlendirir ve Esad diktatörlüğü bugün büyük ihtimalle daha kötü koşullarda olurdu.
Ama Kobani işgali hamlesiyle Küresel Arap Baharı karşıtı güçler, her şeyi bir dozer gibi darmadağın ettiler.
Devamı pazartesi gününe...