Gerek Türkiye’nin gerek ise bölgemizde krizler üretebilen siyasal sorunların çözümüne dair önerilen metotların büyük bir kısmı, liberal dünyanın da yoğun bir şekilde sahiplendiği, 20. yüzyıl ortasından itibaren gelişen ‘çatışma çözümleri’ disiplininden gelmekte. Çatışma çözümleri disiplininin, süreçlerin yönetilmesine katkı sağladığı muhakkak. Lakin çözüm önerilmesi gereken çatışmanın bir yerinde ‘İslam veya İslamcılar’ belirirse; en kanlı ve en kangren sorunlarda dahi muhafaza edilen soğukkanlılığın, empatinin ve sorunun köklerine inme geleneğinin bir anda buharlaştığını görürsünüz. Aniden süreçlerin yönetimi, güven artırıcı ve sorunun aktörleriyle yüzleşme gibi adımlar anlamlarını yitiriverir.
Bu durumun gerçekleştiği zemin, itiraf edilmese de ‘İslamofobik’tir. Hele aktif İslamcı aktörler meselenin bir parçası ise, ‘makbul nefret’ olarak kabul gören İslamcıfobizm, istediği düzeyde arz-ı endam etmekte serbest demektir. Burada mesele çatışma çözümleri disiplinini ciddiye almak veya almamaktan ziyade, ‘İslam(cı)sız’ cari siyasal ve kimlik merkezli sorunlara karşı bu disiplinin tüketim şeklinin neredeyse varoluşsal düzeyde farklılaşmasıdır. Aradaki farkı mümkün kılan araç oryantalizmden başka bir şey değildir.
Eğer bahis mevzuu bir krizde çatışan odaklardan en az biri seküler bir unsursa veya değil, ama son tahlilde lokaldeki seküler güçler kaybedecek ya da nihai olarak Batı’nın jeopolitik denklemine ters bir durum ortaya çıkacaksa, oryantalizmin hızla zuhur ettiğini görürsünüz. Mesela Kürt meselesine dair Türkiye’deki manzara tam anlamıyla budur.
On binlerce insanın ölümüne vesayet rejimiyle elbirliği içerisinde vesile olmuş örgüte yaklaşımda sergilenen soğukkanlılık, sorunun kaynağına inmek için harcanan entelektüel çaba, sorunun aktörleri ve mağdurlarını anlamaya dönük yoğun empati; soruna ve taşıyıcı unsurlarına hastalıklı bir aşk ilanına kadar gitme kredisine sahiptir.
Bu durumu garipseyen, sorgulamaya kalkan herkese entelektüel linç de yapılabilmektedir. Silahlı mücadele veren bir örgütün pekâlâ teröre de bulaştığını söylemek, hatta elinde silah olduğunu totolojiye düşmek pahasına dillendirmek bile ilan edilmemiş ‘de facto’ yasaklar arasındadır.
Bu ifrat tablosunu vücuda getirenlerin, konu seküler dünyanın dışından herhangi bir -benzer- aktör olunca nasıl bir fanatizme savrulduklarını görmek ibretliktir. Mesela, son 12 yılda yüzbinlercesinin hayatını kaybettiği, milyonlarcasının göç etmek zorunda kaldığı Irak’ta Sünnilerin içerisinden çıkan örgütlere ve krizlere yönelik hiçbir çatışma çözümü önerisi duymanız fiilen imkânsızdır. Çatışma çözümlerinin bu meselelerde ciddiye alınabilecek bir vazife ifa edeceğinden değil; sorunun köklerine inmek ve bu denli kanlı bir hareketin sosyal psikolojisine ve destek bulduğu kesimlerin toplumsal muhayyilesine dair böylesi bir ilgisizliğin nasıl mümkün olduğunu sorgulamak gerekiyor.
Sonuçta İslami unsurların bir şekilde görünür olduğu krizlere karşı gösterilen bu seçicilik, artık yapısal hale gelen oryantalizmi de üretmiş durumda. Bu durumun, krizin doğrudan parçası olan unsurlarda oluşturduğu parçalanma da süreçlerin daha fazla kötürüm hale gelmesine yol açmaktadır.
Ortaya çıkan fasit daire karşısında, muhatabını kendi oryantalist tercihiyle anlamsız kılanlar, çözüm süreçlerini de sürreel bir dünyaya itmiş oluyorlar. Bu dünyada çözüme dair fiili bir iyileşme yaşanmamasının oluşturduğu baskının maliyet üretmesinin imkânsızlığıyla ferahlayıp, sahadaki gerçeklere gözlerini kapatma imkânına kavuşuyorlar.
Mısır’dan Yemen’e, Suriye’den Irak’a çatışma çözümleri adına yetişemeyecek kadar kriz patlaması yaşanırken, mezkûr perspektifin bölgenin yanına bile yaklaşmaması, sadece oryantalizm bir tefessüh hali olarak kayda geçmeyecek, aynı zamanda üzerine kafa yorulmayı ‘hak etmiş’ kriz alanlarında da sorgulanmasının önünü açacaktır.