Steven Spielberg’in yönettiği ve Tom Hanks’in başrolünü üstlendiği film, soğuk savaş yıllarının ilk çeyreğinde geçen, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Casusluk romanlarında çok işlenen bir konusu var. Casuslar var, CIA var, KGB var, Doğu Almanya’nın istihbarat örgütü var, ve bu örgütler, kendi hükümetlerinin talepleri doğrultusunda aralarında heyecanlı bir müzakere süreci yaşıyor..
Kalu beladan beri öyledir, bu türden casusluk filmlerinde, takas edilecek casuslar, loş ışıkların aydınlattığı, bir köprünün ortalarında bir yerde ve hep hafif kar yağışlı gecelerde, tutuldukları hücrelerden çıkarılıp belirlenen bir köprüde takas edilirler. Buluşulacak yer köprünün tam ortasıdır. Takasın başladığı ve bittiği o birkaç dakikalık zaman diliminde, casuslar araçlardan çıkarılır, o anda bir kaç arabanın farı birden yanar ve takasa tabi casuslar kendilerini teslim alacak olan araçların önünde bekleyen ekiplere doğru ağır ağır yürümeye başlarlar.
Casuslar Köprüsündeki filmin son sahnesi de hiç şaşmamış. Olağanüstü başarılı bir sahne..Ama heyecan dozu o kadar yüksek değil. Çünkü takası gerçekleştirecek olan casusların daha önceki sahnelerde yürüttüğü, kavgasız gürültüsüz müzakere süreci, herhangi bir sürpriz sonuçla karşı karşıya kalınmayacağını yeteri kadar anlatan ve olumlu geçen bir müzakere süreci.
İşte mutlu bir son..
Herkes kendi casusunu teslim alıyor, başkasının casusunu teslim ediyor ve sadece bir devlet talebinin teklifi sonucu, kendini birden bu hikayenin ortasında bulan kahramanımız, casuslukla filan ilgisi alakası olmamasına rağmen, müzakere kabiliyetinin bir sonucu olarak, işi tatlıya bağlıyor ve onu bekleyen ailesine geri dönüyor..
Bütün bunlar hikayenin casusluk kısmıyla ilgili..
Ama söylemek gerekir ki, Berlin Duvarı’nın inşa edildiği 50’li yılların siyasi atmosferi içinde geçen hikayenin konusunu aşan bir mesajı var.
Casuslar Köprüsü, bence sıradan bir casusluk filmi değil. Casuslar Köprüsü, çok katmanlı bir film . Verdiği mesaj ya da sorusu şu:
İşlenen suç, casusluk gibi, bir devlete, bir millete ihaneti düşündürüyor olsa bile, suçlu için adalet kriterlerinden vazgeçilebilir mi?
Ya da, suçun vahameti, bu gibi durumlarda, adalet prensibinin önüne geçmeli midir?
Amerika’da ve özellikle Maccarty döneminde, bir çok insanın yargılanma süreci, adalet prensibinin göz ardı edildiğini gösteriyor. Ama bu durum sadece Amerika’da ve soğuk savaş yıllarına özgü bir durum değil bence.
Bilhassa siyasi mahiyetteki yargı süreçlerinin, yönlendirilmiş kamuoyu kanaatine, bazen de devletlerin ‘ulusal çıkarlar’ bahanesiyle dayattığı bir takım gerekçelere kurban edildiğinin bizde ve dünyada sayısız örnekleri var.
Sırf ‘usule’ uygun olsun diye, bir avukatın, üstelik bu tür davalarda hiç tecrübesi olmayan bir avukatın, filmde, bir Sovyet casusunu savunmakla görevlendirildiğini görüyoruz. Ama avukatın CIA’in koyduğu kurallara uymaya pek niyeti yoktur. İşini hakkıyla yapar, casusu, Amerika’nın ulusal çıkarlarına zarar veren ve mutlaka cezalandırılması gereken bir suçlu gibi değil, savunulmaya hakkı olan bir yurttaş gibi görür. Görür ama, dönem soğuk savaş dönemidir ve o yıllarda adalet prensibi bu doğrultuda işlemez. Devletin muktedirleri, ve yönlendirilmiş, komünizmle korkutulmuş bir kamuoyu ne istiyorsa o olur. Avukatın(Tom Hanks) bütün çabalarına rağmen, müvekkili Adel, otuz yıl cezaya çarptırılır. CIA, birkaç defa avukatı uyarır. Rolünü fazla abarttın der gibi..
Bir CIA yetkilisiyle, Tom Hanks arasında geçen bir diyalog sırasında Hanks’in söylediği sözler, bize bugün de, dünyanın temel ihtiyacı olan şeyin adalet ve bu adalet prensiplerinin belirlendiği bir anayasa olduğunu bir kez daha hatırlatıyor, her ne kadar seyrettiğimiz film bir casusluk filmi olsa da..
Tom Hanks, onu prensiplere fazla bağlı olmakla suçlayıp, üstü örtülü tehditle karışık bir nezaketle uyaran CIA görevlisine, ‘Ben İrlandalıyım sen bir Alman. İkimizi de Amerikalı kılan ise, aynı anayasal prensiplerdir’ diye cevap verir.
Filmi seyrederken, Can Dündar ve ....davasını düşündüm, film ister istemez düşündürtüyor zaten.
Savcıların iddialarını neye dayandırdıklarını bilmiyoruz henüz. Ama bu dava, casusluk veya ihanet suçuyla açılsa bile-ki tutukluk anlaşılan bu gerekçelerle ilişkili-Can Dündar ve Erdem Gül’ün yargılanmasında adalet prensipleri, ‘suçun görünürdeki vahametine’ kurban edilmemelidir. Bunun için de, her iki gazetecinin, mevcut yargılama usullerine göre, tutuksuz yargılanmaları, sözünü ettiğim adalet prensiplerine göre atılacak bir ilk adım gibi görünüyor.
Hele Erdem Gül..Beş yıl Taraf’ta birlikte çalıştık, ben köşe yazarı olarak, o Ankara büroda muhabir olarak. Erdem’in böylesi suçlarla ilişkilendirilmesinin mantığı nedir hakikaten insan anlamada epey zorlanıyor..