66. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi yine olağanüstü bir aşk öyküsü kazandı: “La Vie d’Adele Chapitre 1&2” (Adele’in Hayatı Bölüm 1&2). Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche’in henüz hayatlarına yeni yeni yön vermekte olan iki genç kadın arasındaki tutkulu aşk öyküsünü anlatmadaki ustalığına ve cesaretine hayran olmamak elde değil. İngilizce adı “Blue is the Warmest Colour”, mavi en sıcak renktir anlamına gelen bu filmin Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği - FIPRESCI Ödülü’nü alacağı belliydi... Çünkü hem yönetmeninin başyapıtı hem Cannes’da izlediğimiz en taze soluklu filmdi... Öte yandan Altın Palmiye’nin dünya dağıtımı daha kolay olacak bir filme gideceği, Kechiche’in de Jüri Büyük Ödül’ü ile yetineceği daha akla yatkın bir tahmindi.
Tunus’tan gelip Cannes’a komşu şehir Antibes’deki konservatuvarda öğrenim gören, tiyatro oyunculuğundan sinema oyunculuğuna, oradan da kamera arkasına geçen 52 yaşındaki Kechiche’in başarısı tesadüf değil. “La Faute a Voltaire” 2000 yılında Venedik Film Festivali’nde Atom Egoyan başkanlığındaki jüriden Dino de Laurentiis En İyi İlk Film Ödülü’nü kazandı. Genç kuşakları anlamaya ve anlatmaya dair kaygısının içtenliğine, bir Paris banliyösündeki lisede Marivaux okuyan gençler üzerinden kurguladığı “L’Esquive”i hatırlayınca bir kat daha fazla inanıyoruz. Ki bu filmde de okuldaki edebiyat dersleri ve Marivaux okuma meselesi zemin hazırlıyor Adele’i daha iyi anlamamız için. Kechiche’in sonraki filmleri “La graine et le mulet” ve “Venus noire” parlak başarılar kaydetti.
***
“La Vie d’Adele”in lirik sinematografisinden ve aşkı tarifindeki o hüzünlü güzellik hakikaten çarpıcı. Üç saatlik süresini hissetirmiyor, omuz kamerası kullanmasına ve yakın planlar tercih etmesine rağmen gözü yormuyor, izleyiciyle kahramanları arasında duygusal bir bağ kurabiliyor.
Steven Spielberg başkanlığındaki jüri her ödülünü bir başka filme vererek mavi boncuk dağıttı. Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Coen Biraderler imzalı “Inside Llewyn Davis”i (Llewyn Davis’in Zihninde) gayet kolay satabilecek bir film. “Fargo”yu, “Barton Fink”i, “The Man Who Wasn’t There”i yapan Coen Biraderler’in Amerikan deyişiyle tipik bir “loser” olan bir müzisyenin kabusunu “klip”lerle şişirerek anlattığı filmi hiç beğenmedim. Biraz dönem ruhu, biraz müzik, biraz psikanalitik yaklaşımla kıvamı tutturulmaya çalışılan bu filmin bence tek şikayet edilemeyecek yanı Coenlerin meşhur mizahları.
Uzakdoğu sineması gücünü bir kez daha hissettirdi 66. Cannes Film Festivali’nde. Japon sinemasının önde gelen yeteneği Hirokazu Kore - eda, ebeveyn olmaya, hayvani kan bağı ve annelik içgüdüsü algısı yerine sevme kabiliyeti ve kapasitesi üzerinden duygusal bir yaklaşım getirdiği “Soşite Çiçi Ni Naru” (Babasının Oğlu) ile Jüri Ödülü’nü kazandı. Coenlerinkinden daha az iyi bir film olduğuna ikna olanlara diyecek sözüm yok...
Jia Zhangke’nin haberlerden yola çıkarak Çin’deki büyük siyasi ve sosyo-ekonomik değişimin yol açtığı şiddet olaylarını derlediği filmi “Tian Zhu Din” (Bir Tutam Günah) En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandı. Jia, En İyi Yönetmen Ödülü’nü de hak ederdi, ama jüri filminde Ayhan Ergürsel ve Zümrüt Çavuşoğlu’nun da katkısı bulunan Meksikalı genç yönetmen Amat Escalante’yi öne çıkarmayı tercih etti. İyi de yaptı!
77 yaşındaki Bruce Dern, Alexandre Payne’in “Nebraska”sındaki minimal ama çok incelikli performansıyla favorilerden biriydi. Çoğu zaman suskun ama inadı inat baba rolüyle herkesi duygulandırabildi. Berenice Bejo’nun Asghar Farhadi’nin “Le Passe”sindeki (Geçmiş) yüzündeki ifade kolay anlamlandırılamayan ama histerik patlamalar yaşayan, eş ve anne olarak uyumsuz kadın rolüyle ödül kazanacağı ise jüriden başka kimsenin aklına gelmemiş olabilir.