66. Cannes Film Festivali ilk haftayı içerik, senaryo ve oyunculuk açısından güçlü ama klasik filmlerle kapattı, ikinci haftasına anlatı ve sinematografi açısından yenilikçi, şaşırtıcı filmler beklentisiyle başlıyor. Senaryo yağmurlu geçen ilk hafta bereketliydi ama güneşin altında yeni bir şey de olmalı...
Yarışmada bugüne dek Amat Escalante’nin “Heli”, François Ozon’un “Jeune&Jolie”, Jia Zhangke’nin “Tian Zhu Ding”, Asghar Farhadi’nin “Le Passe”, Hirokazu Kore -eda’nın “Soşite Çiçi Ni Naru”, Coen Biraderler’in “Inside Llewyn Davis”, Alex van Varmerdam’ın “Borgman” ve Arnaud Desplechin’in “Jimmy P.” adlı filmlerinin prömiyerleri yapıldı.
Sinema otoritelerinin benim de katıldığım genel kanısı şu ana kadar kalburüstü bir program izlediğimiz, filmlerinin niteliklerinin yüksek olduğu... İçeriklerinin sosyolojik ve psikolojik derinlikleriyle etkileyen, diyalogları çok iyi yazılmış, oyuncularının çok iyi performanslar vermesine zemin hazırlayan filmler var... Her biri sinemada rüştünü ispat etmiş yönetmenlerin imzasını taşıdığı için bu durum sürpriz sayılmaz her ne kadar söz konusu filmler yönetmenlerinin en iyi yapıtları değilse de.
***
Şimdiye dek düzeyli ama olağanüstü olmayan bir seçki izledik, özetle. Sinema yazarlarının ‘pir’leri de bu kanıda: Derek Malcolm’ın deyişiyle “fena değil, harika da değil”. Klaus Eder ise durumu “şaşırtıcı derecede iyi” buluyor. Jean Roy, Fransız filmlerinin özellikle nitelikli olduğuna dikkat çekiyor. Barbara Lorey de la Charierre ve Pamela Bienzobas daha temkinli. Ortalamayı vasat buluyorlar ama Bienzobas’a göre Farhadi’nin “Le Passe”si müthiş bir film. Lorey de la Charierre “birçok soru işaretine rağmen yarışmanın en iyisi” diye tanımlıyor “Le Passe”yi.
Toplumun, ailenin, bireyin ekonominin altında kalıp ezilmesi, esas yozlaştırıcı etkenin servet, hak ve özgürlük dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklandığı Cannes’ın ilk haftasında izlediğimiz filmlerin ortak temalarıydı. Hemen hepsi de aile kavramı üzerinden kuruyordu dünyalarını.
Farhadi’nin yine bir(kaç) ayrılık öyküsü anlattığı filmin bütün erdemlerini görebilmekle ve yer yer çok etkileyici bulmakla birlikte Farhadi’nin kadın - erkek ayrımcılığını çok ileriye götürdüğünü, filmdeki Batılı - Hıristiyan kadınları fazlasıyla isterik Doğulu - Müslüman erkekleri fazlasıyla bilge tarif etmesine çok takıldım.
Farhadi’nin kan bağıyla değil sevgi bağıyla kurulabilmesine dikkat çekmeye çalışıp kaba bir realitenin ortasına attığı ‘aile’yi Hirokazu Kore-eda son derece rafine bir sinemayla anlatıyor. Hastanede bebeklerinin karıştığı altı yıl sonra ortaya çıkan iki çiftin durumu, ebeveyn olmak üzerine terapi gibi tespitlerden oluşuyor. François Ozon’un aile krizi ise Rimbaud’nun “Roman” şiirindeki “On yedi yaşında gelgeç oluyor yürek” (Erdoğan Alkan çevirisi) dizesinden başlayıp 17 yaşındaki kız çocuğunun fahişelik yapmaya karar vermesiyle ortaya çıkıyor!
Malcolm’ın gözdesi “Thian Zhu Ding”. Jia Zhangke’nin Çin’deki ekonomik büyümenin yol açtığı şiddet patlamalarını birden fazla karakterin öyküleri aracılığıyla bir kolaj halinde anlatıyor. Jia, memleketinden insan manzaralarını, özellikle “kan” göstererek, oldukça keskin bir kara mizah kullanarak her zamanki kadar özenli bir sinematografiyle beyazperdeye yansıtıyor.
Amat Escalante’nin “Heli”si kanun adamlarıyla yeraltı dünyasının birbirinin içine girdiği bir bölgede adaleti sağlayıp ailesini bir araya getirmeye çalışan bir işçinin öyküsünü şiddeti hiç sakınmadan kullanarak aktarıyor.
Arnaud Desplechin’in Benicio del Toro’ya bugüne dek canlandırdığı en kompleks karakteri verdiği “Jimmy P.” Amerikan yerlilerinin ve Avrupa Yahudilerinin uğradığı soykırımın gölgesinde psikanaliz üzerine derin bir etüd.
Coen Biraderler’in içine on tane folk müzik performansı doldurduğu hafif komedi “Inside Llewyn Davis” ise eğlenceli ve festivale renk kattı ama ciddiye alınacak bir yapıt değil. “Borgman” ise “uçuk”luğuyla tanınan Hollandalı yönetmenin en “düz” filmi olarak memnuniyet yaratmadı.