Çanakkale Harbi'nin (19 Şub 1915 – 9 Oca 1916) askeri anlamda anlatısını her birimiz çocukluğumuzdan bu yana kâh dinlemiş, kâh okumuşuzdur. İlkokulu Çanakkale- Çardak'ta okuduğumuz günlerde, 1976 yılıydı sanırım, yaşlı bir Çanakkale muharibi ziyaret etmişti okulumuzu. Onun anlattıklarından aklımda kalanlar; ''on dört yaşındaymış, bir gece davullar çalınmış, kapı kapı gönüllü asker toplanıyormuş, annesinin elini öpüp cihad-ı umumi kervanına katılmış, cephede annesini çok özlediğini, açlık çektiklerini, keçiboynuzu meyvesi toplayıp yediklerini, arkadaşlarının hepsinin şehit düştüğünü, hala bazı geceler onların seslerini işitip sokağa çıktığını, ama onları bir türlü bulamadığını'' anlatmıştı. O Çanakkale Gazisini anımsadıkça, keşke o konuşmasından daha çok şeyi hatırlasaydım derim her zaman.
Savaş yıllarına ait sivil tarihi, en az askeri tarih kadar önemsiyorum. ''Balıkesir'den Seferberlik ve Çanakkale Hikâyeleri' kitabının yazarı Aydın Ayhan'dan bir cephe gerisi hikâyesi paylaşacağım bugün sizlerle. Milletlerin verdiği büyük savaşlar, sadece muharip ordular ve muharip savaş araç-gereçleriyle gerçekleşmezler, rikkatli bir gözle okunduğunda, muharebenin toplumsal etkilerinin her kesim tarafından nasıl büyük bir inanç ve asaletle karşılandığı, paylaşıldığı da görülecektir. Çanakkale Harbi'nin kadın neferlerini, kadın aktörlerini okurken karşılaştım Şemsi Nine'ye ait bu değerli hatıratla...
'..... 1954 yılında babamın memuriyeti dolayısıyla Sındırgı'dan Balıkesir'e geldik. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Biz çocuktuk, oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.
16 yaşında evlenmiş, çok kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti olarak askere alınıp Çanakkale'ye gönderilmiş. Eşinin Çanakkale'den yolladığı mektupları ve zarflarını, evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu, yırtıp almak istemiştim de nene bana kızmıştı.
Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Şemsi Nene, her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra şehit kocasına Fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak kocasının ruhuna hatim indirmeye başlardı.
Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale'de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.
Şemsi Nene yakmacılık (kaynatılan bal ve pekmezi ucuna bez sarılmış bir sopa ile alıp dualarla çıbana sürmek.) denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.
"Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale'ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak; "Karıcığım... Gençsin, güzelsin... Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma" dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?"
İşlerini alışverişlerini hep komşuları yapıyordu. Çünkü söz vermişti, sözden dönülmezdi. Onun, köşede küçük tek bir pencere ile koridora bakan, merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşamüstü babamla eve çıkarken Nene'yi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş karanlıkta beklerken gördük. Boynunda iri taneli bir inci gerdanlık vardı. Babam hayretle ne olduğunu sorduğunda; Şemsi Nene, gözlerini yerden hiç ayırmadan, kısık çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:
"Oğlum, ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı... Kocamı bekliyorum..."
Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla kaçarmış gibi yukarı çıktı. Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Öğrendik ki hayatı boyunca evlendikleri gün süslenip, hep kocasını beklermiş.
Bir gün sabah, erkenden okula gitmek için gürültü etmeyeyim diye yavaşça merdivenlerden inerken, neneyi pencereye yapıştırmış olduğu mektuptaki pulu öperken gördüm. Beni fark edince, telaşla odasına kaçtı. O zamanlar çocuktum. Anlamamıştım. Ancak çok uzun yıllar sonra mektup zarfındaki pulu neden öptüğünü anladım. Çünkü mektup zarfındaki o pula şehidinin dudakları değmişti.
Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri boş..."
Ne kadar hüzünlü ve ne kadar asil bir hatıra değil mi? Bu şehitler ve bu sabırlı bekleyenleri sayesinde, bu memleket ayakta kalabilmiş, her birini şükranla ve dualarla yâd ediyoruz. Çanakkale şehitlerinden büyük dedemiz Çakır Hüseyin Çavuş'a da rahmet duasıyla...