Ortadoğu’daki büyük değişim, Türkiye’de politik saflaşmayı belirginleştiriyor. Ortadoğu’nun haldeki sınırlarını ve rejimlerini savunan bir siyasi cephe oluştu; bu siyasi cepheyi geleneksel siyasi pozisyonlarla pek açıklayamıyoruz. Örneğin hala Suriye’de Baas rejiminin demokratik reformlar yaparak ayakta kalacağını sanan, hatta buna fırsat verilmemesini ulusalcılar gibi ‘emperyalizmin’ bir oyunu olduğunu savunan ‘demokrat’ kesimler var.
Türkiye’de iki binli yıllara giderken kendini hissettiren kriz ve buna bağlı değişim süreci, ilk önce statükonun sermaye tarafında hissedildi ve geleneksel sermayenin buna refleksi, yine geleneksel bir yöntemle ama geçmiştekilere göre oldukça ‘modern’ araç ve yöntemlerle oldu; 28 Şubat aynen budur. Ama Türkiye’nin şimdi yargılamaya başladığı 28 Şubat, Kemalist ideolojiyi de gardıroptan çıkartarak yeniden düzenledi. 12 Eylül’ün, aslına uygun olarak, pür bir faşizme dönüştürdüğü bu ideoloji, 28 Şubat’la birlikte Türkiye’de kaybetmeye başlayan sınıfların, restore ederek içine girdikleri ‘yeni’ sığınaklarıydı. Bu sığınakta komünizm korkusu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutan üç korkudan (şeriat, komünizm, bölücülük) artık yalnız ikisi kalmıştı. Şeriat korkusu, büyük ölçüde Kemalizm’e yaslanan geleneksel solu, CHP’yi falan konsolide etti.
Kürtler geliyor (bölücülük) korkusu ise Cumhuriyetin kuruluşundan beri geleneksel sermaye ile birlikte var olmuş ve ulus-devleti varlık nedeni saymış bürokratik, yarı aydın şehirli orta sınıfı konsolide etti ve bu sınıfın milliyetçi ideolojisi CHP’nin altı okuyla harmanlanarak güncelleştirildi.
Sekiz yıllık eğitim, bir dakika ‘aydınlık’ eylemleri, ‘cami-kışla arasına sıkıştık’ söylemleri, Türkiye’de şeriat ve bölücülük korkusunu harmanlayarak yeni, rejim destekçisi -kimi zaman muhalefeti- ama ‘modern’ bir cephe oluşturmanın fiziki ve demagojik adımları olarak gündeme geldi. Tabii bu sürecin en ilginç ve en demagojik söylemi de şu ‘cami-kışla’ arasına sıkışmak argümanıydı. Cami-kışla karşılaştırmasının absürtlüğü bir yana bu söylem, şeriat korkusu cephesini Kemalist sol dışına taşıyan, özgürlükçü sola hatta liberallere kadar genişleten modern bir Kemalizm yorumuydu. Hadi, Kemalizmi hiç katmasak bile tipik bir Türkiye’ye dışarıdan bakan, oryantalist bir modernizmle malul eklektik bir çıkıştı.
Sonuç olarak biz 28 Şubat’ı yargılıyoruz ama onun ideolojisi hala ayakta; bunun için ‘hani bin yıl sürecekti; işte bitti’ diye rehavete kapılmayalım.
Marc Sinan ve Prof. Mustafa Acar
Bu hafta bütün bu anlattıklarımı somutlayan iki örnek vereceğim size. Daha doğrusu iki isim. Birincisi Prof. Mustafa Acar; Acar, şu an Aksaray Üniversitesi rektörü. 2006’da kurulan bu üniversite, birçok taşra üniversitesi gibi gençlerin, bu sene de, belki ilk tercihlerinde yer almayacak ama benim tavsiyem Aksaray Üniversitesi’ni tercih etmeleri. Çünkü başında Mustafa Acar gibi bir akademisyen var. Acar, doçentlik kadrosu aldığı halde nasıl bekletildiğini, Batı Çalışma Grubu’nun dizayn ettiği üniversitede nasıl dışlandığını ama şu anda da hakkı verilmiş bir akademisyen olarak Aksaray Üniversitesi’nde neler yaptığını anlattı. Bence Mustafa Acar’ın başında olduğu bir üniversitenin Cambridge’den hiç farkı yoktur. Niye mi; işte ikinci örneğimiz: Marc Sinan Winrow; 20 yaşında Cambridge öğrencisi. Pırıl pırıl bir genç; ben bu hafta tanıştım. Siyaset bilimi okuyor. Türkiye’de sol, siyasi partiler üzerine çalışmaya başlamış bile. Onunla, Spinoza’dan, Marx’tan, Gramschi’den, Frankfurt Okulu’ndan, Frank’tan, Arrighi’den, Castells’ten, Negri’den bahsettik. Sinan, belli ki akademisyen olacak, Türkiye’yi anlamadan 21. yüzyılın siyasetinin okunamayacağını da keşfetmiş ve İngiltere’de olmasına rağmen Türkiye’de güncel siyasetin içinde yer almak istiyor. Bu açıdan Sinan, yakında Cambridge’de hocalarına bile-eminim ki- tur bindirecek.
Prof. Mustafa Acar, yukarıda anlattığım 28 Şubat’ın ‘modernleştirerek’ önümüze koyduğu ideolojik çıkışın -doğal olarak- sağ tarafına da sol tarafına da karşı. Marc Sinan’ın ise, genç bir siyaset bilimci olarak, 28 Şubat sürecinin siyasi argümanları hiç gündeminde değil. O, şimdiye kadar, sosyal bilimlerde, batıdan çıkan alternatif anlatıların bundan sonra doğudan çıkıp çıkmayacağını merak ediyor. Sinan’ın, Cambridge’ten sonra Mustafa Acar’ın öğrencisi olmasını isterim. Müthiş bir şey olur.