Şu büyüme tartışmalarının biraz da ‘boş’ tartışmalar olduğunu söylemek gerekiyor galiba. Türkiye’nin dönemler itibariyle büyüme-küçülme sarkaçlarına baktığımızda, bu dönemleri siyasi gelişmelerden ayrı tutmamızın da imkansız olduğunu görürüz. Türkiye’de büyümeye göre bir dönemselleşme yaptığımızda oldukça çarpıcı bir tablo çıkar karşımıza şöyle; 1) Cumhuriyet; devletçilik ve sermayenin Türkleştirilmesi 2) Devletçilik; Tek parti-IMF ile tanışma 3) DP; tarım ve iç talebe dayalı büyüme 4) Darbeler; planlı dönem-yerli tekelci sermaye 5) Darbeler; ithal ikameci-yağmacı dönem-Demirelgiller 6)Darbeler; devletçi liberalizm(!) 7) Post-modern darbe; finansal yağma-kriz sarkacı 8) 2001 krizi, Derviş-IMF yeni finansal yapılanma-finans ve hizmet ağırlıklı büyüme... Türkiye bu 8. dönemi -yani Derviş ve IMF’nin ‘güçlü ekonomiye geçiş’ programını- kısmen 2009 sonunda tasfiye etti. Bu paradigmanın, tasfiye edilmemesi ve Türkiye’nin yeniden 2001 krizi öncesi koşullara, siyasi ve ekonomik olarak dönmesi için bütün bu sekiz soygun döneminde de hakim olan oligarşik yapı, ilk önce AK Parti’yi kapatmaya çalıştı, kendi içinde konsalide olarak, yeni darbe girişimlerinde bulundu; bunlara bağlı olarak yeniden IMF ile 20. stand-by anlaşmasının yapılmasını dayattı. Ancak Türkiye bu tuzağa düşmedi. Bunun sonucu olarak da, bütün bu tarihsel dönemde ilk defa 2010 ve 2011 yıllarında, kendi potansiyelini kullanan yeni bir evreye adım attı. Bu evre, bugün büyüme diye tartıştığımız iktisadi gelişmenin tüm yönleriyle ortaya çıkmaya başladığı bir kısa dönem oldu.
Şöyle; büyümenin üç temel alanı ve bir sonucu vardır. Bu üç temel alan, ancak doğru ve yerinde bir siyasi irade olursa, arzu edilen, toplumun büyük çoğunluğunun çıkarı doğrultusunda bir yere gider ve istenilen sonucu doğurur. 1) Sermayenin birikimi 2) Teknoloji ve verimlilik ve 3) İstihdam artışı... Ve bütün bunların sonucu toplumsal refah ve tabii ki adil paylaşım olmalıdır. Sermaye birikimi, kısaca küresel rekabet yapabileceğimiz üretim araçları ve altyapı stoğudur. Dolayısıyla bir ekonomideki sermaye birikimi bize doğrudan o ekonominin üretim ve rekabet kapasitesini verir. Teknoloji ve verimlilik ise emeğin -işgücünün- fiyatını -ücretleri- düşürmeden hatta yukarı çekerek elde edeceğiniz fazla değerdir. İstihdam artışı ise -özellikle tarım dışı istihdam artışı- üretim ve tüketim (arz ve talep) dengesinin olduğu açık, rekabet eden, doğru fiyat mekanizmasının işlediği bir ekonomiyi anlatır. Şimdi bu üç temel alanda süreklilik sağlayan bir ekonomi elde etmişseniz -ki bu şimdilik dünyada yok- bu ekonomi aynı zamanda kendisini dengeleyerek, süreç içinde, adil bir dağıtım mekanizmasını da oluşturarak, gelir dağılımınındaki bozukluğu da en aza indirir.
Bütün ulus-devletler, yukarıda anlattığım ‘ideal’ ekonomiye kavuşmak ister. Ama bu bir yerde imkansızdır, çünkü sistemin tekelci dinamikleri buna izin vermez. Ancak gelişmiş ekonomiler, daha az gelişmiş olanlardan, kaynak aktararak, teknolojiyi saklayarak öne çıkarlar. Ama bu zaman içinde küresel dengeleri daha da bozar ve ulusal pazar -ekonomi- içinde geçici bir denge sağlansa bile, dünya dengeleri ve küresel ekonomi dengeleri giderek bozulur ve sonuç tabii ki krizdir.
2010 ve 2011’in sırrı...
Burada söylemek istediğim, bu ideal duruma ulaşma konusunda, içinde bulunduğumuz kriz sayesinde, Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ekonomilerin şimdilerde bir fırsat yakaladığı. Çünkü gelişmiş ekonomiler artık ne teknolojiyi, eskisi gibi saklayabiliyorlar ne de eskisi kadar haksız kaynak aktarabiliyorlar.
İşte Türkiye, 2010 ve 2011 aralığında hem yüksek büyüme hızları sağladı hem de bu yüksek büyüme hızlarını yukarıda anlattığım üç temel alandaki dinamiklerini açığa çıkararak yakaladı. Yani sermaye birikimimizi tahkim etttik ve kullanmaya başladık. Mesela, son on yıldır yapılan altyapı yatırımları-limanlar, ulaştırma ağları, düşen kamu borçlanma gereği -yağmanın olmaması- sonucu düşen faizler ve küçük işletmelerin bile küresel rekabeti yakalaması ve özellikle Anadolu’da yeni bir girişimci sınıfın ve de buna bağlı orta sınıfın güçlenmesi... Bu bir süreçti ama en çok 2010-11’de yukarı çıktı. Yani bu süreçte Türkiye’nin dizginlerini kimse tutmadı. Bu silkinme, aynı zamanda, bugün önümüze gelen ve hızlanan barış yolunu da açtı. Türkiye’de başından beri devlete yaslanarak büyüyen bir sermaye dışında, yeni bir sermaye gücünü ortaya çıkardı. Bu gücün talepleri ilk defa TÜSİAD’ın talepleri kadar ciddiye alındı ve Türkiye’nin dış politikasından yeni bir Anayasa talebine kadar tüm yeni adımlara katkısı oldu. 2012’de bu hızı kesmeyecektik, zaman kaybı oldu... Ama barış sürecinin getireceği demokratikleşmenin ‘eski’ ekonomi politikalarını çöpe atacağına inanıyorum.