Büyük târihî olaylar çoğu kez önemsiz, pek de kayda değmez gibi görünen hikâyeler şeklinde başlar.
Meselâ 14 Temmuz 1789 târihinde Paris’in o zamanki varoşlarından birinde bulunan, La Bastille (ok.: La Bastiy, Hisarcık) diye adlandırılan ve hapishâne olarak kullanılan şatoda nisbeten ufak bir çarpışma oldu. Cezâevi Kumandanı önce binâyı zaptetmek isteyen halkın üzerine ateş açtırdıysa da sonra işi uzatmayı lüzumsuz görerek muhâfızları ve silahlarıyla muntazaman çekip gitdi. “Hisarcık” halkın eline geçdi. O sıra Bastille’de sekiz mahpus bulunuyordu. Aralarında tanınmış tek bir kişi vardı:
Donatien-Alphonse-François Marquis de Sade (1740-1814)...
Daha sonraları edebiyâta, kendi soyadından türetilme “sadizm” kavramını veren asilzâde romancı... Dedikodu olsun diye ekleyeyim: O sıralar henüz şöhret kazanmamışdı. Fevkalâde sefîhâne bir hayat sürdüğü için âilesinin şikâyeti üzerine Kıral 16. Louis’nin emriyle “adam olsun diye” oraya atılmışdı. Halkın galeyâna gelmesinde onun pencereden dışarıya “İmdâd! Burada adam öldürüyorlar!” diye bağırması da rol oynamışdı.
Aslında kimsenin adam madam öldürdüğü yokdu.
Kısacası aslında politik sayılması dahî yoruma muhtaç bir hâdise...
Ama bu hâdise bir iki yıl sonra artık Büyük Fransız İhtilâli’nin başlangıç târihi olarak kabûl edildi. Etkileri 224 sene sonra bugün dahî yeryüzünün pek çok ülkesinde, bu ara Cennet Vatanımızda, hâlâ hissedilen bir devâsâ devrimin başlangıcı!
Fakat bir sâniye, ey Qârî!
Ben bunları laf olsun torba dolsun diye anlatmıyorum herhalde, değil mi?
Muharririniz öyle sizleri boş meselelerle oyalayacak kadar saygısız bir şahıs değildir hiç şübhesiz!
Zâten onun gibi muhterem bir beyefendiden böyle uygunsuz bir davranış da beklenemez!
Sözü şuraya getirmek istiyorum:
14 Temmuz 1789 Günü böyle bir olay vuku bulmuş ama siz 15, 16 veyâ ne bileyim 20 Temmuz günleri çevirip bir Parisliye bu olayın anlamını sorsaydınız emînim ki hiç biri tutup da “Efendim, bu, dünyâyı yerinden oynatacak ve etkileri asırlarca sürecek birmuazzam devrimin başlangıcıdır.” cevâbını vermezdi. Hattâ aylar sonra dahî vermezdi!
Bununla ilgili olarak bizzat Kıral’ın da medhâldâr olduğu bir başka anekdotu da başka bir sefere anlatırım. Nasıl olsa bir şekilde denk gelir.
Günümüz Türkiyesi’ne dönecek olursak, bundan bir hafta on gün önce, Taksim Parkı’na bakan bir gezinti alanındaki on kadar çam ağacının kesilmek istenmesi üzerine kelimenin tam anlamıyla “patlak” veren ve kısa sürede bütün yurd sathına yayılarak dış basın organları dâhil haberlerin en üst sıralarına yerleşen gösterileri de ilk anda “târihî” olay kategorisine sokmak pek aklımıza gelmedi sanıyorum.
Gerçi benim ağaç konusunda aşırı bir hassâsiyetim vardır ve tek bir çam ağacı da olsa onun gövdesine inen her balta darbesini sanki kendi koluma bacağıma inmiş gibi algılarım ama, “yetkililer” bunların yerine bilmem-kaç-bin tâne yeni fidan dikileceğini vâdetdiklerine nazaran hadi dişimi sıkıp, çok zoruma gitse de kendimi bir kenara koyayım.
Peki ama ya Taksim’den başlayıp Türkiye’nin aşağı yukarı bütün meydanlarına yayılan o onbinleri, yüzbinleri nasıl yorumlayacağız?
Türkiye’nin nabzını tuttuğuna inanılan hemen bütün yorumcular bunun aslında birkaç çam fidanı meselesini fersah fersah aşarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a karşı muhtelif sebeblerden ötürü birikmiş bir öfkenin dışa vurumu olduğu kanaatini izhâr ediyorlar.
İyi de şu son on sene boyunca Türkiye’yi hem ekonomik hem de politik olarak âdetâ şâha kaldıran bir politikacıya karşı böyle bir öfke beslemek biraz insafsızlık, hattâ nankörlük olmuyor mu?
Vallâhi, oluyor olmasına elbet ama şu halk dediğimiz kitlenin sağı solu da pek belli olmuyor.
Günlerdir durumu Alman ve Fransız kitle haberleşme araçlarından da izlemeğe uğraşıyorum. Kameralara konuşan göstericilerden tamâmına yakın bölümü esâsen Erdoğan’ı “devirmek” için “orada” olduklarını söylüyorlar.
Bu durumdan Başbakan Erdoğan’ın habersiz olduğunu düşünmek imkânsızdır.
Ben onu başından beri pratik yanı kuvvetli bir politikacı olarak tanıyorum.
Eğer bu böyleyse, ki böyle, o zaman, haklı yâhut haksız olarak kendisine yöneltilen
“mütehakkim baba” imajını kökünden değiştirecek bir iki adım atsa, bir iki jest yapsa incileri mi dökülür?
Bu tür sürtüşmelerin, çoğu kez incir çekirdeğini doldurmayacak inatlaşmalar yüzünden kan dâvâlarına dönüşebileceğini benden çok daha iyi bilmez mi?
Meselâ şöyle bir Taksim’e uzanıp oraya çadır kurmuş olan “büyük şehir yörükleri”nin bir çayını içse günâha mı girer?
Nedir bu asabiyet ve bu diklenme?
Bilmeyen de Taksim’e câmi mâmi yapılıyor sanır...