Haber şöyle geçti geçtiğimiz gün ajanslara:
"Trump’ın Akdeniz’deki gemilerinden atılan füzelerle Humus Şayrat’taki Rus hava üssü çökertildi…"
Haberler eşliğinde verilen haritalarda Kıbrıs’ın hemen Güneydoğu altlarında duran ABD savaş gemileri krokisi dikkat çekici. Dünyanın en uzun denizi olan muhteşem Atlantik’i aşıp, dünyanın en güzel denizden bahçesi olduğu söylenen Akdeniz’in "Şark duvarı"na dayanmış bu savaş gemileri… Burada ne arıyorlar… Bu kadar uzakta namlularını Orta Doğu’ya çevirmiş halde neyi gözetliyorlar. Krokilerde ne kadar da sorunsuz gözüküyor oysa her şey… Çizgiden bir gemi ve üzerinden keçeli kalemle delikli çizgilerle giden bir bomba rotası… Krokiler, uzağı yakın ve sorunsuz ilan etmek için icat edilmişler galiba… Delikli çizgiler boyunca vurulan yer Humus’u, çok iyi biliyordum oysa. Yani Esed, o kenti delik deşik bir hayalete çevirmeden evvelki halini. Halid bin Velid’li halini… 7 milyon Suriyeli'nin ülkelerini terk etmezden evvelki halini. Ben Şam’ın, ben Halep’in, Busra’nın, Malula’nın, Golan Tepelerinin güneşli, güzel, şen şakrak günlerini de hatırlıyorum…
Amerikalılar ve Ruslar, bu kadar uzak diyarlardan silahlarıyla, gemileriyle, uçaklarıyla kalkıp gelmişler. Neden…
Ve Türkiye. Suriye ile en yakın ve en uzun hudutlardaki Türkiye. Bu içler acısı katliamda, işlenen insanlık suçunda, adeta bir sahra hastanesi veya büyük bir yardım çadırı ya da müşfik bir misafir odası görevini hiç de yüksünmeden omuzlayan ülkemiz… Bu kadar yakın ve bu kadar yükünü çekerken insanlık dramının… Niçin dünya muktedirlerince etkisiz kılınmak isteniyor… Oysa daha yüz yıl evvel Halep’in, Humus’un, Kerkük’ün, İzmir’den, Trabzon’dan, Erzurum’dan farkı yoktu, bu diyarların hepsi Osmanlı’ydı… Biz bu kadar yakınken… Ne oldu da Atlantik ötesinden veya Ural dağlarından gelenler bizden daha yakın oldu…
***
Darwin’in hep itiraz edegeldiğimiz "doğal seleksiyon" teorisini onaylarcasına iniyor bombalar Ortadoğu’nun ense köküne. Trump’ın gemilerinden fırlayan füzelerini geceyi sanki gündüzmüş gibi aydınlatırken izlediğimde… Darwin’in "güçlü olan zayıf olanı yer" öğretisinin ne kadar geçerli olduğunu ruhum titreyerek fark ediyorum. Ve o anda güçlü olmanın ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer böyle bir gücümüz yoksa evimizde rahat nefes alamayacağımızı düşündürtüyor tüm yaşananalar. Oysa bunun böyle olmadığını, gücün değil; adalet, merhamet ve insan onurunun her şeyden üstün olduğunu söyleyerek, insanların kalbine ve ruhuna güvenerek, iyilik ve güzelliğin yapısal ama kötülüğün arazi, geçici olduğunu söyleyerek ve yazarak geçti oysa ömrümüz… Bu iyilik sözlerinin hepsi yanıyor, yırtılıyor oysa Ortadoğu’da…
Amerika, Rusya veya Avrupa olması fark etmiyor… Güçlüysen uzak yakın oluyor. Paran, silahın, donanımın varsa, hukuk ve ahlak gerekmiyor… Ortadoğu, yeniden fethedilip yeniden sınırları çizilirken, yerli halk imha edildiğinde "dolaylı hasar", batılı müttefiklere zarar dokunduğundaysa ‘’barbarların terörizmi’’ olarak geçen şu şahane ezber, şu zorunlu kavramsallaştırmaya ne demeli!
***
Robert Fisk’in ‘’Büyük Medeniyet Savaşı, Ortadoğu’nun Fethi’’ adlı kitabında, girişte babasıyla ilgili bir anekdot var. 1. Dünya Savaşı’na İngiltere çatısında katılmış babasının madalyalarından birisinin arkasında şu kazılıymış: "Büyük Medeniyet Savaşı"…
Biz Körfez Krizinden bu yana takriben 20 yıla yakın bir süreçte, içimize doğru adım adım gelen bir yangının ortasındayız. Batı’nın bunu Saraybosna’da atılan ilk kurşundan itibaren, yaklaşık 100 yıldır bir medeniyet mefkuresi olarak sürdürdüğünü fark etmemiz gerekiyor.
Bu parantezi kapatmak içinse "Güçlü Türkiye" olmak gerekiyor.