Star’ın Cumartesi eki Büyük Doğu tıpkıbasımlarını okuyor musunuz? 1946 yılına ait bu dergiler Necip Fazıl’ın ne kadar geniş bir alanda at oynatmak zorunda olduğunu gösteriyor. O zamanın mahrumiyetleri içinde çılgın gibi çalışıyordu Üstad. Sakarya şiirinin bazı mısraları belki o zaman şekillenmeye başlamıştı: “Kurşundan bir yük binmiş köpükten gövdesine”. Olgun bir genç adamın dinamizmiyle çalışıyor ve gençlere öğüdünü o gün bizzat kendisi uyguluyordu: “Genç adam at yorganı,/Sana haram uyuman.” Hem de dile vurulan perçine rağmen: “Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek/ Dile vurdukları perçinden gelir.”
Büyük Doğu can veren bir kimya gibidir. Şöyle de söyleyebiliriz: Büyük Doğu bir ziyafet sofrasıdır, çeşit bol. Burada her gün bir başka lezzet keşfedebilirsiniz. Kim bilir kaç kere okuduğum bir şiirde bazen aniden yeni bir fikir, yeni bir görüş, yeni bir bakışı keşfederim ben. Kendi kendime ‘hayret, bu kadar önemli bir durumun farkına yeni varıyorum’ diye hayıflandığım çok olmuştur. Yalnız şiirler için mi böyle? “Çöle İnen Nur”u okuyan bir kimse belki iman ve özgürlük arasındaki münasebeti ilk okuyuşunda keşfedemez... Bunun gibi nice yeniliklerin tekrar okumalarla elde edilebileceğini bilenlerdenim. Söz konusu olan Üstad ise, bu, daha bir böyledir.
Yıllarca okuduğum Sakarya şiirindeki çil çil kubbeler imajı, bende ancak yıllar sonra ilk okuduğumdakinden farklı ve güçlü anlamlar kazanmaya başladı. Medeniyete, kültüre, insana, müesseselere ve bunların kendi aralarındaki ilişkilere dair okumalar yapan bir kimse için ne kadar önemli bir özet bu. Sadelikteki ihtişam dedikleri bu olsa gerek. Bugünlerde ordunun rolü ve vesayet meselesi tartışılırken “Nerede ardına çil çil kubbeler serpen ordu” gibi bir muhteşem özet, sizin de aklınıza geldi mi?
Üstad’ın tarihten yola çıkarak yazdıkları gözlerimizi açmadı mı? “Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;/Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!” diyerek, o güne kadar tarih adına ne söyleniyorsa hepsini sıfırlayarak işe başlamak gerektiğini ondan öğrendik. Bilhassa yakın tarihimizi “Ulu Hakan Abdülhamid Han” ekseninde didik didik etmek ve hakikati aramak, O’nun için ulvi bir vazife oldu. Daha sonra bu konuda yazıp çizenler hep Üstad’ın açtığı yolda yürüdüler.
Ben iki yıl kadar O’nun özel kalem müdürü gibi çalıştım. 1973-75 arası. Bu döneme ilişkin bazı anıları, Kültür Bakanlığının çıkardığı geniş hacimli, Necip Fazıl Kısakürek anısına hazırlanan kitapta yazdım.
Üstad’daki iman kuvvetini tarif edecek ifadeler bulmakta kendimi aciz sayarım ben. Belki O’ndan almamız gereken en önemli haslet budur. “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diyebilen Üstad, iman selameti içinde 25 Mayıs 1983’te Hakka yürüdü. Çok sevdiği Şeyh Galib’in diliyle “Hakka tamam âşık idi” ve zaten “Biricik meselem, sonsuza varmak...” diyordu.
Üstad’daki çalışma azmi ve sürekli yeni bir şeyler ortaya koyma kaygısı... En sevdiği şey, Büyük Doğu’yu konuşmaktı. Çıktığı zamanlarda daha iyiyi arar, çıkmadığı zamanlarda Dergiyi çıkarma hayaliyle yatar kalkardı. Çünkü Büyük Doğu bir davetin adıydı O’na göre: “Ey karanlık, gelmektedir ecelin,/Işıklar gelin...”
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir güzel sözü var: “Bu şarkı burada bitmez”. Hangi vesileyle söylendiğini biliyoruz. Tayyip Erdoğan bu şarkı söylemini, belki de Üstad zihnine şu mısraları nakşettiği için dillendiriyordu: “Gideriz, nur yolu izde gideriz,/Taş bağırda, sular dizde gideriz,/Bir gün aksam olur, biz de gideriz,/Kalır dudaklarda şarkımız bizim.” Kim bilir, Tayyip Bey’in de hücreye giderken dilinde hem bu şarkı, hem “Sanma bu tekerlek kalır tümsekte” sözleri vardı. Bugün tekerleğin tümsekte kalmayacağına dair imanımız daha kuvvetli. Ne diyor Üstad: “Sabredin gelecektir, solmaz pörsümez Yeni!”.
Rahmet diliyor ve son sözü O’na bırakıyoruz: “Hasretle beklenen gelir mutlaka;/Sultan fikir, şanlı otağa gelir.”