"İhtilalciler 12 Eylül anayasasını hazırlarken Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini o makama bundan sonra hep genelkurmay başkanları gelir diye düşündüler ve ona göre yetkiler koydular. Şimdi de sivil bir cumhurbaşkanı aynı yetkileri kullanıyor diye şikayet ediliyor.
“Bugün de yeni anayasa yapılırken, başkanlık sistemi formatı oraya hep müspet insanlar gelir düşüncesiyle düzenlenirse, yarın hiç istenmeyen tiplerin seçilmesi durumunda büyük pişmanlık yaşanabilir.”
Bu sözler Başbakan Davutoğlu’na ait. Bahariye Mevlevihanesinde İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin düzenlediği “Toplumsal Değişim” Sempozyumunda konuştuktan sonra gerçekleşen kısa süreli buluşmada yaptığı değerlendirmede söyledi bunları.
Sonra da “başkanlık sistemi”ne göre bir anayasa düşündüklerini, ancak denge ve denetleme boyutlarının bu hassasiyetle dikkate alınacağını ifade etti.
Ben de “temel düzenlemeleri bugün ve kendimizin güçlü olduğu dönemlere göre değil, bütün zamanlara göre ve temel insani zaruretler göz önünde bulundurularak yapmak” şeklinde çerçevelenecek bu ana perspektifin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir süredir böyle bir hassasiyetin ifadelendirilmesi zaruretini de hissediyorum.
Mesela “Terörün yeniden tanımlanması” söylemi çerçevesinde gündeme gelen “Silahsız terör örgütü” kavramının çerçevesi nasıl çizilecek ve bugün olmasa bile yarın böyle bir tanım kimleri, hangi yapıları kapsayacak?
MGK’nın “Paralel Yapı” ile bağlantılı olarak belirlediği “Legal görünümlü illegal yapı” tanımlamasının da, başka bir iktidar döneminde kimlere karşı kullanılacağı sorusu, endişelere yol açabilir.
Ülkemizde kemalist devlet refleksinin, masum islami oluşumları suç haline getirdiği durumlara çok şahit olunmuştur..
28 Şubat süreci çok geride değildir. O dönemde “Halkı kin ve düşmanlığa teşvik”i cezalandıran 312’nci maddenin maksadını aşan şekilde kullanıldığını, bizzat dönemin Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk ifade edecektir. Ben de başörtüsü yasağını protesto için çıktığımız Anadolu turunda Malatya’da yaptığım bir konuşma sebebiyle 312’den yargılanmış birisiyim. Hem merhum Erbakan Hoca’nın, hem Tayyip Bey’in, konuşmaları ve okudukları şiir yüzünden “halkı kin ve düşmanlığa teşvik” kapsamına sokuldukları da bir vakıa. Böyle dönemler, bazı yargıçlarımızın “Vur deyince öldür” psikolojisine girebileceği dönemlerdir.
Yine 28 Şubat sürecinde İslam’ı azaltma operasyonu çerçevesinde “Silahsız terör örgütü” kavramının ceza kanununa girmesi gibi öneriler ortada dolaşmaya başlamış, böyle bir düzenlemenin tüm cemaatleri bu kapsama sokabileceği düşüncesiyle islami muhitler buna tepki göstermişler ve o dönemde bu önlenmiştir.
Aklıma, hiçbir dönemde eline silah almamış olan İhvan-ı Müslimin’in, Sisi darbesinin ardından Mısır’da, onun ardından Suudi Arabistan’da ve Körfez ülkelerinde “terörist örgüt” olarak tanımlanması gibi bir şeytaniyet geliyor.
Bir örnek olarak 9 Ocak 1997 tarihinde yani 28 Şubat 1997’den sadece 48 gün önce başta merhum Erbakan ve diğer bakanların imzasıyla çıkan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi yönetmeliğinde MGK Genel Sekreteri’ne verilen yetkinin daha sonra nasıl kullanıldığına bakmak yeter. Bu yönetmelik 2011’de kaldırılabilmiştir.
Gülen Hareketi’nin girdiği çarpık yolun şu an devlet sorumluluğunu yürüten Ak Parti iktidarını “suç tanımlaması” noktasında ciddi bir zorlukla karşı karşıya bıraktığı bir vakıadır.
Milli Güvenlik Kurulu “Legal görünümlü illegal yapı” tanımlamasını bunun için getirdi ve şu anda davalar “Fethullahçı Terör Örgütü - FETÖ” tanımlaması ile açılıyor. Yargı, bu kapsama girdiğini düşündüğü alanları dava konusu yapıyor, kayyımlar tayin ediyor, gerekirse el koyuyor. Başka bir dönemde bu tanımlamanın kapsama alanı ne olur acaba?
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”
Sanırım bu kadim yaklaşımı yeni anayasanın ruhuna en güzel şekilde içirebildiğimiz ölçüde başarılı olacağız.