Hiçbir zaman kimse iyi yaptığını düşünmez. Ben her zaman düşündüğüm resmi 3-4 sene sonra yaptım. Keşke param olsa ve sattığım tüm resimleri toplayıp bir meydanda yaksam ve yeniden yapsam”.
“Resim asla bitmez. 1960’ta Fransız Kültür Bakanlığı resim müzelerine bir emir gönderiyor ve Pierre Bonnard’ın görüldüğü yerde yetkililere haber verilmesini istiyor. Çünkü Bonnard pardesüsüsün içine sakladığı ufak paletiyle çaktırmadan resimlerinin beğenmediği yerlerini değiştiriyor.”
***
Yukarıdaki paragraflar usta ressam Utku Varlık’a ait. Türk Hava Yolları’nın Skylife dergisinde Sezgin Çevik’in Varlık ile Paris ve İstanbul’da yaptığı bir söyleşiden alıntıladım. Utku Varlık’ın özgün tarzıyla resim sanatında edindiği önemli yeri ve kendine özgü tarzına her daim saygı duymanın yanı sıra bu sözleri hep aklımı kurcalamış olan bir soruyu ele almaya teşvik etti beni.
Nisan ayında Star Pazar’da yayınlanan, İtalyan sinemasının efsanevi kuşağından yönetmen Ettore Scola ile yaptığım söyleşiden sonra da bunu düşünmüş ama gündemin içinde kaybetmiştim fikrimi. Scola, 2. Dünya Savaşı ertesinde o unutulmaz filmleri yapan ustaları ve yaşıtlarından ‘ayrı’ görmez kendini. Söyleşide de o döneme dair sorularımı yanıtlarken hep birinci çoğul şahıs kullanmıştı zamir olarak. “Biz” demişti, “Biz ülkemizi seviyorduk”, “Biz ülkemizi, insanlarımızı anlatmak istiyorduk”...
Bonnard gibi resmini asla bitiremeyen, sürekli düzeltmeler yapan; Varlık gibi hepsini baştan yapmayı hayal eden, Scola gibi kendini bir sinemanın parçası olarak gören sanatçı tipi nereye kayboldu? Hep daha iyiye gitmek isteyen, yaptığı işle övünmeyen, meslektaşları söz konusu olduğunda iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batıran, bir kuşak, bir dönem, bir dayanışma bilinciyle ortak bir sanat üretiminin parçası olan sanatçılar yerine neden benmerkezcilik derecesinde bireyci sanatçılar çıktı?
Yüksek sosyeteyle, sponsor sıfatıyla da olsa iş dünyasıyla, politikacılarla yakın ilişkiler içinde kendine yer ve paye kapan sanatçılar bugünün saraylıları... Geçmişte de sanatçılar monarkların, aristokratların, kiliselerin himayesinde çalışırdı; elbette sanatçı birey olarak da geçimini en iyi biçimde sağlayacak. Tarihin birçok geçişinde yenilikler, biçemler, ideolojiler uğruna çatışmalar yapılır, akımlar, gruplar, klikler oluşurdu. Ama bütün bunlar daha iyi sanat üretme çabasından doğan, bazen yıpratıcı olsa da ertesinde yapıcı olan sürtüşmelerdi... Bugün esasa dair tartışma bile yapılmıyor!
Türkiye sanatının efsanevi kuşağından bir ressam, Utku Varlık. Edebiyatçıların, ressamların, müzisyenlerin, tiyatrocuların seçkin bir sanat çevresi oluşturduğu dönemin temsilcilerinden biri. Akademi’den aldığı bursla kendinden önceki kuşak, Abidin Dino ve Mübin Orhon misali Paris’te öğrenim görmeye gitti, sonra oraya yerleşti. Belki yarım düzine galerinin bulunduğu ‘60’lı yılların İstanbulunda bir ressam için çalışma olanakları çok kısıtlıydı...
Sanatçıların seçkin çevresinden söz ederken bir elitizmi kastetmiyordum. O kadar az sayıdaydılar, eğitimleri ve eserleriyle ülkenin genel kültür düzeyininin o kadar üstündeydiler ki kendiliğinden seçkinleşiyorlardı. Varlık, İstanbul’a gelip gittiğinde hep görüştüğü en yakın dostlarının Metin Eloğlu ve Edip Cansever olduğunu söylüyor röportajda... Bonnard, Les Nabis grubunun önemli bir temsilcisiydi. Scola, Fellini’nin çırağı ve dostu olarak görür kendini. Bu isimlerin her biri daha yaşarken efsaneleşmelerine rağmen hiçbir eserine “Ben yaptım oldu” gözüyle bakmayan, her daim kendilerini geliştirmek isteyen ve çağdaşlarıyla bir mücadeleyi, bir anlayışı, bir ortamı paylaşan sanatçılar tarihteki yerlerini şimdiden aldı...
Ama bugün çok pohpohlanan, kendileri de mangalda kül bırakmayan, sanatın sosyetesine ait birçok sanatçı ve oraya ait olmayı dileyen, olamayınca alternatif, aykırı bir pozisyonu kendine biçerek hırçınlaşan ama aynı derecede benmerkezci olanlar, bütün ‘aşırı kendine güvenliler’ yeryüzündeki saltanatlarıyla yetinecek...