Önceki yazımda, ilân olunan yeni 'Bakan'lar üzerine kuşbakışı, kısa bir değerlendirme yapmaya çalışmış ve sonunda da Tayyib Bey'in 5 yıllık yeni Başkanlık döneminin başlaması ve dünya siyasetinde çok etkili liderlerinden birisi olmanın kendisine yüklediği sorumlulukların da farkında olduğu açısından, kendisinin müdahalesini bekleyen birçok uluslararası meselelere öncelikli olarak özellikle, Filistin, Kosova, Sûdan, Ermenistan vs. gibi konulara daha bir eğilmesi gerektiğine işaret etmiştik.
Bu arada geçen hafta, 'Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü kabul ettiklerini, böyle bir anlaşmayı imzalamaya hazır olduğunu' açıklayan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ın da, Erdoğan'ın yeni dönem Başkanlığının başlaması münasebetiyle yapılan ve dünya medyasında da ses getiren törenlere katılması üzerinde de ayrıca önemle durulması gerektiğine değinerek, 'Bu konunun, sadece Türkiye-Ermenistan ilişkilerine değil, Ermenistan dışındaki Ermenilerin emperyalist diplomasi merkezlerindeki tahrik edici çaba ve plânlarına da yeni bir yaklaşım sergilemek' isteğini yansıtmakta olduğunu belirtmiştik.
Paşinyan'ın, Ermeni halkının geleceğinde de çok önemli sonuçları olabilecek bu yeni siyasî yaklaşımının, Sovyet Rusya'nın dağılmasından sonra bağımsız bir devlet olunca, çok hayalci hedeflere yönelen Ermenistan liderlerinin etkisiyle çektiği acılara son verebilecek bir hamleye dönüşebileceğine ve Selçuklu ve Osmanlı döneminde 1060'lardan 1860'lara kadar olduğu gibi, Ermeni halkının bu topraklardaki Müslüman toplumlar arasındaki özel itibarlı yerine yeniden kavuşabileceğine de değinilmişti, kısaca.. Evet, bu konuda samimî davranılırsa, Türkiye- Ermenistan ilişkilerinde, geçmiş asırlardaki sadakatli davranışlarından dolayı, 'millet-i sâdıka', 'kavm-i necîb' gibi nitelemelerle anılan Ermenilerin hayırlı geleceklere bağlanmaları mümkündür.
Bu konuda 2020 yılı sonlarında, Azerbaycan'ın kesin üstünlüğü, Ermenistan'ın da çok ağır bedeller ödemesiyle sona eren Karabağ Savaşı' sırasında, tarafların birbirlerine söyledikleri savaşçıları teşvik edecek sözlerin hatırlatılmasından da kesinlikle kaçınılması gerekmektedir. Çünkü bütün tarafların son 100 yılda yaşanan acıların daha gerisindeki asırlarca süren birlikteliğe bakmaları gerekiyor. Gelişmelerden çıkarılabilir ki, Paşinyan, 44 günlü Karabağ Savaşı'nda 8.500'den fazla asker kaybetmiş olup, o acı sonucu iyi değerlendirmiş ve çekilen o büyük acıları, halkına yeniden yaşatmak istememektedir ve halkı da onu desteklemektedir.
Aynı durum Mısır'la olan ilişkiler için de geçerlidir.
Evet, Mısır Dışişleri Bakanı Semih Şükrî'nin de Erdoğan'ın yeni dönem törenine katılması, son derece önemli bir gelişmedir.
Çünkü General A. Fettah Sisî'nin 3 Temmuz 2013'deki askerî darbesinden sonra bozulan Türkiye-Mısır ilişkilerinin düzeltilmesi eğilimi bu ziyaretle daha da güçlenmiştir.
Doğrudur, Mısır rejiminin çok ağır ve de kanlı bir askerî darbeyle işbaşına gelmiş olmasına tepki verilmeliydi.. Ama geçmişte asırlarca, Osmanlı döneminde asırlarca birlikte yaşadığımız, ama Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonraki dünya siyasetinde yeni dengelerin oluşması sonunda ortaya çıka(rıla)n yığınla rejimlerin (kendi ülkemiz de dâhil) hangisi kendi halklarının serbest iradesiyle işbaşına gelmiştir?
O halde, bu rejimlerin hâkim olduğu coğrafyalarda, asırlarca birlikte yaşadığımız kardeş halkların huzurunun öncelenmesi asıldır.
Aksi halde, emperyalist oyunların da etkisiyle, o rejimlerin hiç birisiyle barış içinde bir irtibat kurmak ve onu sürdürmek mümkün olmaz..
Bu vesileyle, Tûnus konusuna da özellikle değinilmeli herhalde..
Tunus'ta pek çok aklı başında nice Müslüman kimseler, Cumhurbaşkanı Kays Said'in, Meclis Başkanı Râşid el'Gannûşî'yi -ileri yaşına rağmen- zindana atması karşısında, Kays Said'le bu konuda dostça konuşacak isim olarak, Erdoğan'dan başka bir isim görmemektedirler.
Seçim çalışmalarını yoğun ve ağır temposu sırasında, Tayyib Bey'in bu konuyla ilgisi sınırlı kalmış olabilir ama şimdi, dikkatlerin bu konulara daha bir çevrilmesi zamanı gelmiş olsa gerek..
Aynı durum, Sûdan'da, Kosova'da ve kezâ Filistin'de ve diğer yerlerdeki son derece tehlikeli gelişmelere daha bir yoğunlukla olarak yönelmeyi gerektiriyor.. Unutmayalım ki, bütün Müslüman coğrafyalarındaki halklar, Türkiye'deki seçimi bizim kadar heyecanla takib ve Erdoğan'ın kazanması için mescidlerde ve meydanlarda dualar ettiler, Erdoğan için, kendi dillerinde son derece güzel müzik parçaları bestelediler; sonucu öğrenince de sevinç gözyaşları döktüler. Bu, onu kendilerinin de dünya çapındaki en etkili bir Müslüman lider olarak görmelerinden dolayıydı.
Başkanlık sisteminin iyi işlemeyen tarafları varsa onlar da giderilebilir, ama seçimin sonuçlanmasından hemen sonra Başkan Erdoğan'ın, bir orkestra şefinin yönetimiyle ve bir saatin tik-tak işleyişindeki ahenkle, 2 gün içinde yeni Bakan'ları vazifelendirmesi, özellikle MİT Başkanı Hakan Fidan'ı Dışişleri Bakanlığı'na; yıllardır Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü olan İbrahim Kalın'ı MİT Başkanlığı'na, Genelkurmay Başkanlığı'ndan M. Savunma Bakanlığı'na getirdiği Yaşar Güler'in yerine, Org. Musa Avsever'i hemencecik getirmesi ve diğer bütün vazifelendirmelerdeki titiz ve kesin iradeli tutumu, Başkanlık Sistemi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunu geçmişte, 20 sene öncelerde, tek parti iktidarlarında bile, yeni hükûmetlerin kurulmasının ne zorluklarla gerçekleştirildiğini bilenler, daha iyi anlamak durumundadırlar.
NOT: Doğan Hızlan'ın Hürriyet'te dün yayınlanan yazısından öğrendik ki, Prof. Zafer Toprak vefat etmiş.. Hızlan'ın okuyucusu ve dostu imiş.. Onun yazdığına göre Toprak, 'çalışmalarıyla Cumhuriyet ve Cumhuriyet'in ilanından bugüne bir ülkenin en önemli günlerinin belgelerle doğru tarihini yazmış ve ilkelerin ışığında değerlendirmiş, Devrim'in inançlı bir kişisi' imiş.
Acaba, gerçekten de öyle mi?
Çünkü Boğaziçi Üni. Tarih Bölümü öğretim üyesi ve 'Atatürk ilke ve inkılapları Enstitüsü kurucu yöneticisi' diye sunulan Prof. Zafer Toprak'ın, "Cumhuriyet için hepimiz asimile olduk" dediği ve "Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji" isimli kitabı etrafında, Radikal Gazetesi adına Ezgi Başaran'ın yaptığı ve 'Atatürk'ün Kürt sorunu değil, din sorunu vardı' başlığıyla sunulan ve 10 Nisan 2012 günü yayınlanan röportajda aktarılanlar çok başka şeyler anlatıyordu.
Evet, o röportaj- sohbet, kemalist dönemin ruhunu anlamak için ilginç iddia ve tesbitler taşıyor. Bu konuya, Cuma günkü yazıda etraflıca değinelim inşaallah..