“Burun ne oldu, burun?” diye soruyor okurlar... Hürriyet yazarı Mehmet Yılmaz’ın mesleki cibilliyeti konusunda yazdıklarım sonrasında oluşan merakın sonucu bu... Meraklı her okura, “Yazdım, cevap verdi; yeni konular ekleyerek yazdım, ‘Bu son’ diyerek aynı cevabı tekrarladı; yeni örnek sundum, burun büyüdü de büyüdü, ama artık cevap yok... Daha ne yapabilirim?” açıklaması yolladım. Çoğu sessiz kaldı, biriyse beni can evimden vurdu...
Dediği şu okurun: “Adam her pazartesi yazısının yarısını kendi anlamsız sorularına ayırıyor; sizin gündeme taşıdığınız konu daha mı sudan? Sürekli gündemde tutacak başka örnek olayınız yok mu?”
Hem ‘mesleki cibilliyet’ önemli, hem de ‘örnek olaylar’ çok...
Mesleki cibilliyet dediğimde 27 Mayıs (1960) askeri darbesini gerçekleştirenlerin kurduğu medya düzeninin bugüne sarkan bir kolunun yapıp ettiklerini anlayacaksınız... ‘Öncü’ gazetesinde biraraya gelen kadrodan en velûd (doğurgan) olanı Hıncal Uluç’la ve onun el verdikleriyle günümüzde temsil ediliyor.
Geçen hafta, köşesinde, ölen bir tanıdığının ardından yazdığı his dolu yazıyı “Sen yarın uyanmayacağın için ne kadar talihli olduğunu biliyor musun dostum?” diye bitirmişti Sabah yazarı... Meğer Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu ülkede yaşamaktansa ölmek daha iyiymiş...
Yalnızca askeri dönemlerde mutlu olmaya ayarlı çizgi günümüzde de devam ediyor, sizin anlayacağınız...
O çizginin en önemli özelliği, doğru ile yanlışı, gerçek ile yalanı birbirine karıştırmaktır. Çizgiye mensup biri atar tutar ve yaptığı sonunda yanına kâr kalır. Bunu kendi kalem gücüyle sağladığını sanmayınız; “Yalan bu yazdığın” denildiğinde kendini savunmak için yeni yalanlara başvurmaktan çekinmez; çok sıkıştığında aynı çizginin başka unsurları kendisine destek çıkar...
Ülkemizde yanlış bir çizgiyi 60 yıl devam ettirmek kolay mı sandınız?
Esas konumuz, Mehmet Yılmaz’ın 28 Şubat (1997) sürecinde emir ve talimatlarla gazetesinde sansür uygulamasıydı... Radikal’in yayın yönetmeniyken, Çevik Bir’in arzusuyla Şemdin Sakık ifadesi süsü verilerek iki gazete tarafından manşetleştirilmiş ve bir kişinin az kalsın hayatını, iki gazetecinin ise köşelerini kaybetmesine yol açmış haberin yalan olduğunu ‘uzman muhabir’ Ersin Kalkan gerçek ifadeye ulaşarak ispatlamıştı.
Yalan haberden hemen bir ay sonra... İlk gün büyük kullanılan yalanlama haberini, en baştan üç gün süreceği planlanmışken, ikinci gün görmedi Radikal... Ersin Kalkan “Çevik Bir binaya geldi de ondan...” kanaatinde. Mehmet Yılmaz bu ayıbı savunamadı, “Yalan” demeyi tercih etti.
“Acaba Ersin Kalkan mı yalan söylüyor, yoksa?” diye sorup, “Doğru söyleyen Ersin Kalkan” kanaatimi açıkladım.
Burun uzamış mıdır? Herhalde uzamıştır...
Radikal’de gösterdiği ‘üstün başarı’ sonrasında Milliyet’in başına getirilmişti Mehmet Yılmaz. Oradaki performansını sergilediğimi de hatırlayacaksınız: Patronunun istediği gibi geçmesini sağlama almak için Hasan Cemal’in de aralarında bulunduğu beş önemli yazarının yazısına sansür uygulamıştı... İkisi “Başbakan Bülent Ecevit kızar”, üçü de “Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz kızar” gerekçesiyle sansürlenmişti yazarların...
Sansür uyguladığı ilk yazıldığında “Yok öyle bir şey” diye önce okur temsilcisi eliyle yalanlamış, ben burada ısrar ettiğimde, aynı yalanlamayı yazılı olarak kendi imzasıyla da bana göndermişti.
Milliyet’in Kıbrıs’a giden sansürlü erken baskısını kimselerin göremeyeceğini mi sanmıştı ne?
Türk basın tarihine ‘Beş yazarına aynı gün sansür uygulayan ilk genel yayın yönetmeni’ olarak geçti Mehmet Yılmaz...
Mesleki cibilliyeti açısından ikinci özelliği de, ‘Yaptıkları yüzüne vurulduğunda doğru olduğu halde yalanlayan yazar’ olması... Ersin Kalkan’a uyguladığı sansürü de, beş yazarının yazısına uyguladığını da inkâr etmesi yüzünden...
Şahsen tarafı olduğum bir doğruyu yalanlama olayı daha var; ilk fırsatta onu da yazayım bari...