Televizyon ekranından izlerken, izlenimleri dinlerken söyleneni tam manasıyla anlamak mümkün değilmiş.
Aradaki farkı Adıyaman'a gelince anladım.
Yıkım öyle büyük ki bu kâbusun içinden insan eliyle çıkılamaz, duygusu yapışıyor insanın yakasına.
Başınızı çevirdiğiniz yerde en az bir kaç bina yıkılmış, geriye kalanların yarısı üzerinize yıkılıverecek gibi tehditkâr...
Hasarlı bina sayısı öyle çok ki 640 bin nüfuslu şehir, içine girilemeyen binaların terki nedeniyle karanlık ve ıssız. Enkazlardan tüten hüzne çadırlarda yakılan sobaların sokaklarda yakılan ateşlerin isi karışıyor.
Yüz binadan belki bir ikisinin sıvası düşmüş.
Haliyle yan yana duran iki binadan biri sağlam kalırken diğerinin içindekilere mezar oluşu insana isyan ettiriyor.
Şok ve keder insanların yüzlerinde donup kalmış.
Çoğu cenazesini almış, defnetmiş. Ama hayata dönememişler.
Boşlukta asılı kalmış gibiler.
Sıkı sıkı sarıldığınızda her birinin içinde süren depremlerin gümbürtüsünü duyabiliyorsunuz.
Lakin işte ne o yıkım anını ne enkaz başındaki yıkıcı çaresizliği atlatabiliyorlar.
Çoğu daha yeni yeni idrak ediyor ne yaşandığını.
"Evet, Adıyaman'da bir deprem oldu ama 9 ilde daha oldu", "evet evimiz yıkıldı ama binlerce ev aynı anda yıkıldı", "evet arama kurtarma ilk gün gelmedi ama şimdi anlıyorum ki binlerce enkaza aynı anda müdahale etmek mümkün değildi"...
Zihinlerinde olaylar sanki sıralaya giriyor.
Beş on dakika konuştuğunuz herkeste benzeri bir idrak ve isyan hali peş peşe yaşanıyor aslında.
Ve ilginçtir, ağlayamıyorlar.
Adıyaman merkezdeki evleri yıkılınca köy evlerine sığınan Kılıç ailesi mesela. Gençlerin çocukların çoğunlukta olduğu 23 kişiyi hayattan koparmış kötü yapılmış binalar. Köyde, köy mezarlığından farklı bir alanda mezarlık açmışlar. 23 taze mezarda yan yana yatıyor şimdi akrabalar.
Şehirde hummalı bir çalışma var. Biz şehre geldiğimizde şehirde 39 enkaz çalışması kaldığını öğrenmiştik. Bir kaç enkazda ekipler köpeklerin yardımıyla yaşam umudu kovalıyorlardı.
Çadır kentlerin kurulumu sürüyor. Bacalar tütüyor.
Yemekler pişiyor çorba kaynıyor.
Çadır kentlerin sokaklarında koşturan çocuklar neşeleri ve enerjileriyle hayata dair inancımızı tazeliyor.
Büyük spor salonları gelen yardımların toplandığı, tasnif edilip koordineli şekilde dağıtıma çıkarıldığı merkezler olmuş.
Gençlerin enerjisine, inancına, çabasına hayran olmamak imkânsız. Arı gibi çalışıyorlar.
En çok duyduğum üç cümle oldu Adıyaman'da.
1) Allah'ın takdiriydi, çok büyük felaket oldu.
2) İlk gün müdahale edilseydi kayıpların değil yaşayanların sayısı artardı.
3) Allah devletimize zeval vermesin.
Bütün deprem bölgesi için en önemli sorun olarak işaret edilen portatif tuvaletler çadır kentlerin içinde, yanında yöresinde, parkların merkezinde boy göstermeye başlamış. Ama tabii bu, insani ihtiyaçlar arasında en temel ve mahrem ihtiyaç olduğu için de sıkıntının boyutları katlanarak artmış.
Ufalanmış beton tozları arasında birbirine düğüm düğüm olmuş demirlerin yarattığı karmaşa, evlerin içine özenle alınıp yerleştirilmiş eşyaların kimliksiz renksiz şekilsiz yığıntıları insanı öfkelendiriyor.
Bu moloz yığınlarının daha 11 gün önce devasa ve çoğunlukla havalı yapılar olduğuna kim inanır!
Bu yıkımların ardında her şeyden önce yasa ihlali, yapı ihmali, insanların mümkün olduğunca ekonomik rakamlara ev sahibi olma ihtiyacını istismar, hafife alma, para hırsı ve denetim mekanizmalarındaki boşluklar, kasıtlar, vurdumduymazlıklar var.
Affedilemezler. Müteahhit, mühendis, yapı denetimci vs. her kimin dahili varsa...
Yargılanmalılar.
Üst sınırdan ceza almalılar.
Binlerce canın, hayatın, hayalin, ailenin, bunca ahın elbet bu dünyada da bir bedeli olmalı.