Sol’un itibarı var mıydı?’ sorusu mugalatadır. Vardı solun itibarı.
Bırakalım Marks’ı, Lenin’i, Mao’yu, Enver Hoca’nın bile fraksiyonları türemişti bu memlekette. İtibar olmasa, kim uğraşır senin fraksiyonunla?
‘Çek’in arkasında ‘sol’ yazıyorsa, o çekin karşılığı vardı, Küba’dan Moskova’ya, Pekin’den Bolivya’ya, Vietnam’dan Tiran’a kadar.
‘Uzak Doğu’da çekik gözlerimiz, Küba’da kıvırcık sakallarımızla’ diyordu İsmet Özel. Boşuna demiyordu. Che, başlıbaşına bir ‘fenomen’di. O’nun kadar bilinmez ama, Ho Amca (Ho Chi Minh) Akdeniz’de ve Hind-i Çini’de bambaşka bir kahramandı.
Türkiye’de de vardı. Bir ‘ahlak’ olarak. Paylaşan adamlar vardı. Yıkılmayan adamlar vardı. İşkence yapan değil, işkencede can veren adamlar vardı.
Mahpusta ömür çürüten adamlar vardı. Sürgünde gurbet kahrı çeken adamlar vardı.
Nazım Hikmet vardı, Sabahattin Ali vardı. Bazen de Deniz Gezmiş.
Nazım Hikmet, itibarlıdır. Deniz kadar mavi, dağ kadar yüksek şiiriyle itibarlıdır. Kaleminin hakkıyla girdiği zindandandır onun itibarı...
Deniz Gezmiş’in niye asıldığını sormak, bugün dahi anlamlıdır.
Sabahattin Ali itibarlı olabilir ama, onu, faşizmden yakayı kurtarmak için Türkiye’den çıkmaya uğraşırken öldürüp cesedini Bulgar hududuna atan zamanın ‘derin devlet’inin bir gram itibarı yoktur.
Nazım itibarlıdır ama, onu Türkiye’den kaçırtan derin devlet faşistlerinin bir gram itibarı yoktur.
Ben Nazım’ı çok okudum, Sabahattin Ali’yi de çok okudum. Ama, onların memleketlerini terk etmelerine sebep olanların bir okunacak bir satırı yoktur.
Şairlere borçlu olabiliriz, ama faşistlere, katillere borçlu değiliz.
Türkiye’de kendisine ‘sol’ diyenler, solun katillerine aşık oldular. Solun katillerine, işkencecilerine, tecavüzcülerine!
Belki ‘Stockholm sendromu’dur. Filmlerde, romanlarda oluyor bazen.
Belki, sömürgenin sömürgeciye özenmesidir. (Bunu ilk Frantz Fanon’da okudum. Belki başkaları da yazmıştır.)
Bu yüzden, Silivri kapılarında dolaşıp duruyorlar. Bu yüzden ‘Dersim’ denilince tüyleri diken diken oluyor. Nasıl boğdular ‘Dersim’ lafını CHP’nin içinde?
(CHP’deki yenilikçilerin esamisi okunmuyor. Ulusalcılar halının altına süpürdü onları. Kılıçdaroğlu kendisini bile halının altına süpürdü! Gürsel Tekin’in adı unutuldu gitti. Nerde kaldı başörtüsü açılımları? Hani Sezgin Tanrıkulu? Kim kiminle eşit? Kim kimden küçük? Sorabilen var mı? Bakalım halı kaldırılınca ne çıkacak altından.)
Bu yüzden, 28 Şubat’ta koro halinde faşizmi alkışladılar. Cuntalarla, darbecilerle, ‘komprador’larla, para babalarıyla, Nazım’ın ‘Ben vatan hainiyim’ derken sıraladığı her şeyle omuz omuza milletin üstüne yürüdüler. (Mızraklı İlmihal’i çıkarın içinden, hepsi bana uyar. Mızraklı İlmihal’e kıyamıyorum.)
Darbe yapmayan askere niye ‘kağıttan kaplan’ diyorlar? ‘Eyvah, cuntalarımız elden gitti’ ağıtları neden?
‘Barış, barış’ der dururlardı eskiden, neden şimdi ‘barış’ lafına gıcık olmaya başladılar? ‘Ölmek’ bir değer olabilir ideolojilerde. Ama ‘başkasının ölümü’, yani bedava ölüm, içinde senin olmadığın ölüm, ne zamandan beri mübarek oldu?
Bu mudur ‘sol’culuk?
Bunlar, solculuk gazoz olsa içmezler. (Viski olsa içerler belki ama solculuğun viski olma ihtimali yoktur.)
Benim bildiğim, Ergenekon olgusunun içinde, şu yukarıda bahsettiğim ‘içi dışı sol olan sol’dan zerre miktarı bulunmaz. Limon gibi sıksanız bir damla sol damlamaz.
Nazım Hikmet’i sürgüne zorlayan, Sabahattin Ali’yi öldüren, Deniz Gezmiş’i asan çizginin devamıdır Ergenekon.
Şimdi çıksa bir solcu, ‘işte’ dese, ‘ben solcuyum’. Ve bu söylediği doğru olsa, yani bizim faşistler gibi çakma solcu değil, gerçekten solcu olsa... O solcunun da itibarı vardır.
Bana rastlasa öyle biri, eski bir dost gibi ağırlamak isterim.
İstediği kadar afra tafra yapsın, -Stalinist falan değilse eğer- geçmişin hatırına nazını da çekerim.
Var mı öyle solcu?