Koca koca adamların, kürsüden veya köşelerinden, “Nerede ordumuz, neden bizimle ilgilenmiyor?” yakınmaları çoğumuzu şaşırtıyor, biliyorum. İstanbul Barosu’nun başkanı böyle bir çıkış yaptı; birkaç köşeci ağır benzetmelerle aynı hayıflanmaya ortak oldu.
Sonunda Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne (TSK) “Bizi tahrik etmeyin” açıklamasını yaptırdı bu höykünmeler...
TSK kendisine yönelik ağır eleştirilere kızabilir, ama bizlerin tepki göstermeden, ne olduğunu anlamaya çalışıp üzerinde düşünmemiz gereken bir tarafı var bu çıkışların...
Ülkemiz çok uzun yıllar hep sağa bakılıp hizaya girilen bir yönetim anlayışına sahipti. Osmanlı’dan devralınan bir alışkanlıktı bu, o sebeple pek yadırganmadı. Ayrıca sistemin oturduğu yıllar, Avrupa’da da ‘iç düşman’ değerlendirmesine dayalı ideolojik yönetimlerin yükseldiği dönemdi ve bu sebeple aydınlarımız bu tarzı ‘modern’ bulup kabullenmekte zorlanmadı.
Çok partili hayat biçimde ufak bir rötuş gerektirdi gerektirmesine, ancak rejimin temel doğrultusunu fazla etkilemeyen türden dokunmalardı bunlar.. Yine de ana yoldan sapmalar yaşanabiliyor, ortalama on yıllık aralarla ‘düzeltme’ yapılması gerekiyordu.
Garip bir tarzdı, ama uzun yıllar aksamaksızın yürüdü: Bir yanda demokratik görüntüyü sağlayan siyasi faaliyetler, o faaliyetlere katılan kerli ferli insanlar vardı; bir yanda da onların nerede yoldan sapacaklarını gözetip müdahale etmek üzere bekleyenler... Birinciler bir süreliğine önde ve hâkim görünüyor, ama zamanı geldiğinde yerlerini gözetleyicilere ve müttefiklerine bırakıyordu.
Siyasiler gidici, ötekiler kalıcı olduğu için esas ittifaklar gözetleyiciler etrafında oluşuyordu doğal olarak: İş dünyası... Üniversiteler... Yüksek yargı... Basın... Sanat camiası dahil aydınlar... Solda veya sağda yer almaları, işlevlerinin sivillere muhalefet edip gözetçilerin işini kolaylaştırmak olduğu gerçeğini değiştirmiyor aydınların...
Hani “28 Şubat’ta kimler rol almıştı?” merakıyla isimler ve kesimler ortaya atılıyor ya, bu fikir cimnastiğinin merak cezbedecek fazla bir önemi bulunmuyor aslında; gelmiş geçmiş bütün müdahalelerde belirli isimler ile tahmin edilebilir kesimler ‘Hazırol’ komutunu duyunca hemen hizaya geçmişlerdir.
Bazen önce davet, sonra ‘Hazırol’ komutu biçiminde tersten de yaşanabiliyordu süreç...
Epey bir zamandır çekilen sıkıntı, alışkanlıklara ters gelen mevcut durumdan kaynaklanıyor: On yıllık süre doldu dolacak, ama her zamanki ‘Hazırol’ çekip hizaya getirecekler ortada görünmüyor...
Davet var, oralı olan yok...
İttifaklar karşılıklı vaatler üzerine oturur; sivil unsurlar pazarlığın kendilerine düşen taraflarını yerine getiriyor, her zamanki görevlerini, işlevlerini eksiksiz yapıyor, ama karşıdan bir takdir sözcüğü duymuyorlar. Bu da huzursuzlanmalarına sebep oluyor.
Buna ‘höykünme noktası’ diyebiliriz. Önce “Gel” davetiyle başlar, ardından “Neden gelmiyorsunuz?” huzursuzluğuna dönüşür, sonra da “Gelmeyecekler galiba” tedirginliği yaşatır bu süreç; tespitin doğruluğu iyice ortaya çıkınca da hayal kırıklığı nefret halini alır... Bütün bu evreler şu sırada birbiri ardına yaşanıyor.
Üzücü olacak, ama bu durumda olanlara kötü bir haberim var: Godot gelmeyecek... ‘Vesayetçi’ yönetim anlayışı değişmek zorunda. Ezberlenmiş kalıp cümleler bir anlam taşımıyor artık; hazır çözümler de çözüm değil.
Ne yapalım, bugünün ve yarınların gerçeği bu.