Çarşamba günkü yazımızda hafta başı gelen ikinci çeyrek (nisan-mayıs-haziran) dönemi büyüme verisinin sonuçlarını ve Türkiye’nin önüne koyduğu ev ödevlerini yazmıştık. Burada üç önemli sonucumuz vardı; birincisi Türkiye, potansiyel olarak, bundan böyle Avrupa dahil olmak üzere, Orta Asya’ya kadar olan coğrafyada bir krizden çıkış ve entegrasyon merkezidir.
İkincisi Türkiye, teknik olarak orta gelir tuzağını, tarihsel aşama olarak da sanayi ve bilgi toplumu eşiğini geçmek zorundadır; bunun için de yapması gerekenler bellidir. Üçüncü olarak da Türkiye, piyasa işleyişinde mümkün olduğunca tekelci yapıları temizlemeli ve yatırım ortamını serbestleştirip, küçük ve orta boy işletmelerin önünü açmalıdır. Tam bu sonuçların üzerine dün kredi derecelendirme kuruluşu Standard&Poor’s’un, Avrupa’daki 14 ‘gelişmekte olan ülkeyi’ değerlendiren notu geldi. S&P, burada daha çok Balkan ülkelerindeki kırılganlıklara dikkat çekiyor ve Türkiye’de yaklaşan seçimlerin bütçe performansını etkileyeceğini iddia ediyordu. AK Parti hükümetleri şu bütçe meselesine, bence gerektiğinden fazla özen göstermiş hükümetlerdir. Özellikle secim dönemlerinde bu dikkat daha da öne çıkar. Üstelik şu dönem bütçe, bütün bu dönemlerin en iyi performansını sergiliyor. Bunu herkesten çok S&P bilir.
Ama bir ‘sorun’ dile getirecekler ya! Bu da sanıyorum bütçeye denk geldi, eh, önümüzde seçim var, tamam o zaman bütçeden başlayalım gibi...
Mesele bütçe değil aslında...
Ancak S&P’nin notunda gözden kaçmaması gereken daha önemli bir ayrıntı var. S&P, siyasi iktidarın merkez bankalarına müdahalesi açısından sorunlu üç ülke sayıyor; Macaristan, Sırbistan ve Türkiye... Yani anlayacağız ‘mesele’ bütçe, cari açık falan değil, mesele TCMB’sının bunlardan ‘bağımsız’ başını alıp gitmesi.
Bu hafta başı, S&P gibi kuruluşların bu ipe sapa gelmez raporlarını dört gözle takip eden, ‘finansçı’ arkadaşların da, Merkez Bankası’dan hayli yoğun şikayetleri vardı. Bunlara göre, Başkan Başçı, faizler 6.75’in altına inmez demiş ama buna rağmen Merkez Bankası, haftalık repo ihalesinde miktarı yükselterek faizlerin düşmesine göz yummuş. Bu hafta faizler, 6.31’e kadar inince ‘kafalar’ karışmış. İşte sorun tam da budur. Sorun, Merkez Bankası’nın bundan sonra, bir takım neoliberal finansal saçmalıklar ile bu oyunu oynamayacağını ilan etmesidir.
Her şeyin başladığı yıl...
Bunun için kafalar bir hayli karışık. Ancak bu karışıklık bence 2008 yılında başladı. Benim tezim şu: 2008 yılında AK Parti’ye kapatma davası ile paralel başka bir süreç daha vardı. Bu süreç, Türkiye’nin IMF ile 20. stand-by anlaşması yapma süreci idi. TÜSİAD çevresi, bu çevreyi takip eden medya, şu sıralar Merkez Bankası, haftalık repo ihalesinde gereksiz (!) yere miktar artırıp neden faiz düşürüyor diye şikayet eden kafası karışık finans oligarşisi temsilcisi yazar-çizerler falan; mutlaka Türkiye’nin IMF ile anlaşma yapması gerektiğini söylüyor, bunun baskısını yapıyorlardı... Ama anlaşma tam kotarılmışken olmadı; çünkü bir tek kişi ikna değildi; Başbakan...
Şunları iddia ediyorum:
Tez 1; bugün, tam o gün başladı... Başbakan’ın IMF’yi geri çevirmesi, aynı zamanda, Washington’dan, Londra’dan bağımsız bir merkez bankası demekti. Türkiye kamuoyu bu büyük kırılmayı o zaman farkına varmadı. Tamam, IMF olmadı ama biz IMF ‘çapası’ olmadan da IMF programını- Derviş’in programını- uygularız falan dendi. Halbuki ‘başka bir dünya’ kuruluyordu ve Türkiye’de o dünyanın bu coğrafyadaki merkeziydi...
Ama Batı aynı hataya Mısır’da düşmedi ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Mart ayında Mısır’a gidiyor ve bir ay sonra başlayacak seçim sürecinin sonunu tahmin ederek, İhvan’ı IMF ile anlaşma yapması için uyarıyordu. Mursi yönetimi, seçimlerden önce IMF ile ilke anlaşmasına varmış ancak bunu daha sonra askıya almıştı. Seçimlerden sonra da Mursi, Kerry’yi dinlemedi ve IMF ile 4,8 milyar dolarlık anlaşma askıdan inmedi. Şimdi cunta bu ‘işi’ tamamlıyor.
İkinci kırılma: 2013 başı
Tez 2: 2012 yılında Türkiye, yeniden geleneksel IMF programına dönük bir yol izledi ancak bu yolun çıkmaz olduğunu yine Başbakan gördü ve Türkiye, tüm kurumlarıyla başta TCMB olmak üzere, 2013 başında yeni bir yola girdi.
2013 yılı başında Türkiye’nin notunu da artırarak 2012 ‘başarısını’ (!) ödüllendiren derecelendirme kuruluşları-küresel finans çevreleri ve tabii ki bizim finans-oligarşisi şaşkındı. Demek ki, 2008’de yapılan tercih, yalnız IMF’siz bir yol değil başka bir yoldu aynı zamanda.
Bu yolun siyasi olarak, Mısır’da İhvan’la birleşmesi, ekonomik olarak Balkan coğrafyası ve güney Avrupa ile birleşmesi ve enerji stratejisi olarak da Azerbaycan hatta K. Irak ile birleşmesi yalnız Batı’nın hayır diyeceği bir şey değildi...
Bu, Rusya’yı ve İran’ a da yerinden sıçratan bir gelişmeydi. Hele hele Suriye’de Esad düşerse İskenderun ve Lazkiye limanları birleşecek, Türkiye’nin Lozan’la birlikte kesilen Halep-Lazkiye ilişkisi, Irak’daki Musul-Kerkük ilişkisi ve Kafkasya’daki ekonomik sistemle ilişkisi yeniden kurulacaktı. Üstelik buna Balkanlar ve güney Avrupa hatta K. Afrika eklenecekti.
Kazananlar-Kaybedenler
Bu, haramilerin korkulu rüyasıydı. Çünkü burada şimdiye kadar zengin olanlar hızla fakirleşiyordu. Merkez Avrupa zarardaydı... Almanya, Rusya ile kurduğu enerji egemenliğini ve pazarını yitiriyordu. İsrail’in Güney Gaz Koridoru dışında seçeneği kalmıyordu. İran’ın elindeki rezervler gereksizleşiyordu. Britanya, enerji oyununda bir hiç oluyordu. Ortadoğu, ABD’nin denetiminden hızla çıkıyordu. Rusya, Azerbaycan üzerindeki baskı gücünü yitiriyor ve Azerbaycan’ı gümrük birliğine ikna etmesi mümkün olmuyordu. Burada yalnız, dünün yoksulları kazanıyordu; yani Balkan coğrafyası, Türkiye, Mısır, Kürtler, Suriye halkı, Filistin, Azerbaycan... Bu da hiç şüphesiz yeni bir Türkiye, Ortadoğu hatta Avrupa demekti. Sonuçta, bugünler tam Erdogan’ın 2008’de IMF’ye hayır demesiyle başladı. Tam şimdi, yukarıda saydığım kaybedenler, -yani haramiler- mezhep çatışması peşinde...