Allah rahmet etsin, Süleyman Demirel deyince benim aklıma, başbakanken söylediği şu cümle gelir:
‘Fırat’ın kıyısında bir kuzu kaybolsa bunu hesabını gelin bana sorun’
Maalesef, hem onun Başbakanlığında hem daha sonraları, Fırat’ın kıyısında kaybolan ‘kuzuların’ hesabı ne ona soruldu, sorulabildi, ne ondan sonra gelenlere..
‘Kuzular’ önce şehirlerin cadde ve sokaklarında, bazen gece bazen gündüz vakti peş peşe infaz edildiler. Benim hatırladığım ilk infaz 77-78 yılına uzanır. Diyarbakır, Koşu yolunda iki kişinin infaz edildiği o geceyi ilk kitabım olan Dıjwar’da şu cümlelerle anlatmışım:
‘Bir gece Diyarbakır’ın Koşuyolu semtindeki geniş ve boş arazide, iki araç aniden hız kesti ve toz duman içinde ardarda durdu.
Araçlardan silahlı adamlar indi önce. Süratle hareket ediyor ama yaptıkları her şey adeta çevreden görünsün istiyorlardı. Elleri otomatik silahlarının tetiğindeydi ve çok öfkeli görünüyorlardı.
Araçların birinden güçlükle yürüyen bir genci çıkardılar. Adımlarını doğru dürüst atamıyor ve yorgunluktan bitkin olduğu anlaşılıyordu. Silahlı adamlardan biri gür ve emredici bir sesle kaçıp kurtulmasını istedi. Yorgun ve bitkin genç başına geleceklerden habersiz, gücünü toplamaya başlayarak kaçmaya başladı. Adımları zayıftı. Ve belli ki ayakları isteğine çok da uymuyordu. Daha birkaç adım atmıştı ki silahlı adamlar ardından ateş etmeye başladılar ve onu sırtından vurdular. Olduğu yere öylece yığılıp kaldı.
Sonra ikinci araçtan ötekini çıkardılar. O başına gelecekleri biliyordu. Önce yalvaran bir ses tonuyla anlaşılmaz bir şeyler söylemeye çalıştı, sonra da can havliyle ne yaptığını bilmez bir halde kaçmaya başladı.
Durup beklemeyle kaçmak arasında bir fark olmadığını anlamıştı. Beklese de vurulacaktı, kaçsa da. Kaçmayı denedi, ama ateş edip onu da vurdular. İlk vurulanla aralarında sadece birkaç metre mesafe vardı. Silahlarını geniş ve tokası büyük kemerlerinin arasına sokan infaz timinin elemanları geldikleri araçlara binip gecenin onları saklayan karanlığına karıştılar.
Binaların pencerelerindeki perdeler hızla çekildi. Koşuyolu’na sanki hiçbir yerden ışık sızmaz olmuştu ve gökyüzündeki yıldızlardan yayılan belli belirsiz ışıltılar ortalığı aydınlatmaya yetmiyordu.
Az önce Koşuyolu’na sağ gelen iki insan, iki faili meçhul ölüydü şimdi.
Mehdi Zana olay tarihinde Diyarbakır belediye başkanıydı. O gecenin sabahında başbakan Süleyman Demirel’i aradı. Görüşme talebinde bulundu, talebi kabul edildi. Zana ertesi gün ilk uçakla Ankara’ya gidip olayı Başbakan Demirel’e anlattı ve bu infazların devam etmesi halinde bölgede vahim sonuçlar yaratacağını ifade etti. Demirel Zana’yı endişeyle dinledikten sonra:
“ Merak etme Mehdi, ben bu olayı soruşturacağım” dedi.
Beklentiler boşunaydı. Ülke hızla bir bilinmeze sürükleniyordu ve Demirel’in bir şey araştıracağı da yoktu. Çok sürmedi tam 25 yıl sürecek sıkıyönetim ilan edildi. Ve ardından da generaller ülke yönetimine darbeyle el koydular.
Darbeden tam 16 yıl sonra, yani 1996’da..Demirel bu defa cumhurbaşkanı. Demokratik mecrada büyüyüp gelişen Kürt hareketi 12 Eylül’den sonra şiddetle buluşmuş, Eruh Şemdinli baskını gerçekleşmiş, dağlarda sürüp giden şiddetli bir savaş başlamıştı.
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği tarafından bakanlıklar arası takip ve yönlendirme kuruluna sunulmak üzere hazırlanan rapor MGK’ya iade edilmiş ve büyük tartışmalar yaratmıştı.
Raporda başta Kürt Sorunu olmak üzere, iç ve dış güvenlik sorunları uzun uzadıya ele alınmakta, sorunun değerlendirilmesinde demografik boyutların( Kürtlere doğum kontrolü gibi önlemler öneriliyordu) göz ardı edilmemesi vurgulanmakta, sorunun çözümü için HADEP faaliyetlerinin pasifize edilmesi türünden önlemler ileri sürülmekte, söz konusu önlemlerin uygulanabilmesi için de sivil toplum, devlet ve üniversiteler vasıtasıyla ve medya aracılığıyla açık, örtülü ve devamlı baskının her türlü yolla kurulması gerektiği belirtilmekteydi.
Rapor Bakanlar Kurulu’nda gündeme getirilmek istenirken, DYP Diyarbakır Milletvekili ve Devlet Bakanı Salim Ensarioğlu söz almış ve devletin kendi belgeleriyle bölücülük yaptığını belirterek, ‘Böyle şey olmaz. Bölücülük devlet kayıtlarına geçiriliyor’ diyerek rapora karşı açık bir tavır almıştı.
O tarihte cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve başbakanlığı döneminde ‘Kürt realitesinden’ söz etmiş ama bu realitenin gereği olabilecek politikaların hep karşısında durmuş Süleyman Demirel’in tanımladığı MGK ise devleti korumak için geliştirilen güvenlik stratejilerinin sivil politikacılar tarafından hangi ölçülerde sahiplenildiğini de açıkça ortaya koymaktaydı:
“ Devletin iyi çalışan kurumları var. MGK bunlardan biridir. Bakanlar Kurulu siyasi bir müessesedir ama MGK devlettir ve Türkiye’nin en iyi çalışan müessesesidir. Her defasında bir tebliğ verirler. Bunlar fevkalade iyi hazırlanmış tebliğlerdir. MGK çok önemli. Ülkenin bütün meselelerinin ele alındığı bir müessese. Bir gün Türkiye MGK zabıtlarını yayınlama imkanlarına sahip olursa bakın neler oluyor. ‘
Haksızlık olmasın, Demirel’i anlatan bir yazıda eğer GAP hatırlanmazsa, bu hakkaniyetli bir davranıl olmaz.Kanaatimce Demirel’in bu ülkeye en büyük hizmetlerinin başında gelir GAP . Çeyrek asır boyunca, MGK Kararlarıyla yönetilen bir coğrafya, eğer kopup gitmemişse, bunda GAP’ın oynadığı rol hakikaten büyüktür..
15 haziran seçimlerinden sonra başlayan koalisyon tartışmalarını fırsat bu fırsat, Demirel’in bıraktığı siyasi miras, daha doğrusu onun siyasi hayatıyla iç içe geçmiş bu hafıza üzerinden sürdürmek çok yararlı olacaktır.
Çözüm süreci ateşten gömleğe dönüşmüş, kimse giymek istemiyor sanki..
Yazık, hem de çok yazık! Kürtler’le barış, sanki sadece AK parti’nin göreviymiş gibi yazılıp çiziliyor. AK Parti’nin bölgede oy kaybetmesine sevinenler var. Kürtler AK partiye küstü de, CHP ve MHP’yle barıştı diye mi seviniyorlar acaba?
CHP ve MHP’nin ‘Kürtlerle barış’ diye bir meselesi yok mu peki?
Yoksa, koalisyon tartışmalarında sıkça gündeme gelen şu restorasyon denilen şey, MGK’yı restore edip , ateş bacayı sarmışken, güvenlik stratejilerine yeniden geri dönmek anlamına mı geliyor, ne dersiniz?