Uzun bir aradan sonra ilk kez kapsamlı bir Avrupa ve Avrupa Birliği turuna çıkan Başbakan Erdoğan, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’dan sonra üçüncü gününde de Slovakya’daydı. 2002’de müzakere amaçlı o tarihi turların ardından; bir yandan o dönemin nostaljisi bir yandan da yeni Türkiye’nin Orta Avrupa galası gibi bir üç gün yaşadık.
17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihini adeta söke söke alan ama yine de ancak ertesi yılın sonuna doğru sürece dahil olan Türkiye yok bugün... Daha fazlası var.
Çünkü, kişi başına gelir, dış ticaret, finans derinliği, sağlık, ulaştırma, kadın hakları ve sivil demokrasi gibi bütün makro ekonomik ve siyasal göstergeleri dörde beşe katlamış bir ülke var.
Hepsinden önemlisi de Ortadoğu ve Afrika’da oyuna sert giren bir Türkiye var.
Başbakan Erdoğan’ın kimi Avrupalılar’a ve Türkler’e sert gelen yeni söyleminin arkasında da bu gelişmelerin gücü bulunuyor. Bugünkü imkanları ve gelişmesiyle Türkiye, AB üyeliğini daha fazla hak ediyor ve bu coğrafyaya daha çok şey vadediyor. Daha fazla ekonomik imkan ve elbette daha etkili bir diplomasi katkısı.
Olup biten sertlik değil, sarsıcı bir hatırlatma sadece. Üyelik yolunda ve müzakere sürecinde verdiği sözleri tutmayan-tutamayan AB’ye karşı Ankara’nın 2005’te kaldığı yerden ricalarla başlaması beklenemezdi.
Türkiye Başbakanı Prag, Budapeşte ve Bratislava’dan verdiği mesajlarla aslında Berlin ve Paris’i bu yeni ilişki biçimine hazırlıyor. Nihai kararın, süreci bilerek isteyerek engelleyenler tarafından verileceğini biliyor çünkü. Sözleri daha açık ve net konuşmaya bir çağrı olduğu kadar, Türkiye’nin 11 yılın sonunda ürettiği yeni değerlerin de AB borsasına kote edilmesi amacı taşıyor.
Şanghay ve ASEAN perspektifi tabiatı gereği AB’nin alternatifleri değil ve zaten Türkiye de bir kızgınlıkta bu kadar emek verdiği Brüksel yolundan dönecek değil. Ama, daha fazla ekonomik imkan araştırmak ve daha fazla siyasi nüfuz üretmek Londra, Paris ve Berlin’in olduğu kadar Türkiye’nin de hakkı. Nasıl, değeri henüz takdir edilmemiş olsa da bir İslam ülkesi olarak AB’ye girmek Avrupa’nın avantajı olacaksa, AB ile müzakere yapan bir ülke olarak dünyanın dinamizmine talip olmak da Türkiye’nin dışlayamayacağı bir avantajdır. Unutmayalım, Ankara’nın yolunu fasılları askıya alarak tıkayan Fransa başta olmak üzere önde gelen Avrupa başkentleri dünyanın her yerinde ekonomik imkan kovalıyor. Bırakın meşru ortaklıkları, dünyanın gözü önünde çıkarları için Mali’yi bile bombalayabiliyor.
Türkiye, Brüksel’de bulabileceğini ve Avrupa’dan alabileceğini Şanghay’da aramıyor; AB’nin de kıymetini biliyor.
Erdoğan’ın bir süredir kullandığı yeni dili anlamak için Pazartesi akşamı Budapeşte’ye ayak basar basmaz bize verdiği mülakattaki şu cümlenin altını çizmek yeterlidir:
“Dünyanın her yerinde pazar aramaya devam ediyoruz.”
Unutmayalım ki sert ya da değil; Başbakan’ın, içinde AB geçen her cümlesinin amacı hak edilmiş ve geciken AB üyeliğini temin amaçlıdır. Ama aynı Başbakan’ın ellerini kavuşturup verilen sözlerin yerine gelmesini bekleme lüksü de yoktur.