Tom Cruise ve Emily Blunt’ın başrollerini paylaştığı Yarının Sınırında, bilimkurgu severleri mutlu edecek bir yapım. Filmde, etrafı istilaya uğrasa da uzaylılarla savaşan ülkeler arasında Türkiye yer almıyor.
SİNEMADA hangi türü en çok seviyorsun, diye sorsanız hiç tartışmasız bilimkurgu derim. Çünkü sınırsız yaratıcılık kullanılabiliyor ve izleyiciyi bambaşka dünyalara taşıyabiliyor. Ama biryerlerden de gerçek hayatın bazı dengelerine sımsıkı bağlı olmak zorunda. Yani tür olarak kendini ciddiye alabilmeli. Zaten bilimkurgunun unutulmaz hikayelerinin altında hep gerçek hayattaki çatışmalar yatar. Kraliyet ve cumhuriyet, azınlık-ötekileştirilenler ve çoğunluk, din-karşı din ya da sistemlerin hikayeleri, günümüzden alınıp uzaya veya geleceğe taşınır.
Dünyada kötü bildiğimiz veya öyle olduğuna inanmamız istenen her şey uzaylılarla ifade edilir. Genel olarak Naziler, komünizm veya monarşi çoğunlukla dünyayı istila eden uzaylıların köklerinin bulunduğu kavramlardır. Ve insanlar uzaylılara karşı biraz da bu kavramlarla savaşır. Sovyetler dağılınca bilimkurgu da bir duraklama dönemine girdi. Daha sonra belli belirsiz kapitalizmi hedef alan yapımlar bilimkurgunun boşalan içeriğini doldurmaya çalıştı. Ama türün asıl üreticisi Amerikalılar ve Hollywood olduğu içinde içeriğin tam anlamıyla doldurulabildiğini söylemek zor. Daha çok Che tişörtü giyen cadde çocukları görünümlü filmler gördük. Bu noktadan Tom Cruise’un başrolünü oynadığı Yarının Sınırında’na bakacak olursak, bize yeni şeyler sunduğunu söylemek zor. Filmin kısaca konusunu özetlersek: Dünya istilaya uğramıştır. Koloni halinde yaşayan ve bireyleriyle tek bir organizmayı tamamlayan bir uzaylı türüyle karşı karşıyadır insanlık. Onlarla savaşmak için tüm ülkeler birleşmiştir. Bu çok hareketli ve saldırgan türü yok etmek, özel zırhlar giyen süper askerler uzaylılarla savaşmaktadır. ABD ordusundan binbaşı Cage aslında hiç savaş görmemiş bir reklamcıdır. Ama bir orgeneralle takışınca er olarak savaş alanına sürülür.
RUSLAR MAVİ, TÜRKLER NİYE SİYAH?
Birleşik dünya güçleri, Normandiya’da son bir saldırı yapacaktır uzaylılara. Uzaylılar Almanya ve Fransa’yı işgal etmiştir. İngiltere’den yapılacak son saldırıda Cage de en ön saflarda yer alacaktır ister istemez. Beklenildiği gibi çıkarmada ölür ama beklenmeyen bir şey olur Cage geriye döner, aynı günü tekrar yaşamaya başlar. Hem geri dönüşlerin sırrını çözmeli hem de bu gücünden yararlanıp uzaylıların zayıf tarafını bulmalıdır. En büyük yardımcısı ise savaş kahramanı Rita olacaktır...
Filmin sürekli geri dönüşlerle ilerlemesi biraz izleyiciyi yoruyor. Ama bir bilimkurgu severseniz ortalama bir haz alacağınızı söyleyebilirim filmden. Rita’yı canlandıran Emily Blunt rolüne oturmuş, Tom Cruise ise her zamanki gibi. Sanki bir önceki bilimkurgusu Oblivion’dan devam eder gibi. Farklı kimlik ama benzer bir karakter.
Gelelim filmin gerçek hayatta nelerden yararlandığına: Uzaylılarda yine bir komünist benzetmesi var... Bütün uzaylılar aslında tek organizma, yani birey değil bir bütün. Amerikalılar’ın komünizm tarifi de bu aslında. Film neredeyse II. Dünya Savaşı’nın tekrarı gibi. Almanlar ve Fransızlar işgal altında yani düşman uzaylı topraklarındalar artık. İngilizler savaşı bitirmek için Normandiya’ya çıkarma yapıyor. Arada Ruslar da Doğu’dan uzaylılara saldırıyor. Eh tabii, bu kadar gönderme de bize biraz fazla geliyor. Filmin bir sahnesinde Birleşmiş Dünya Güçleri’nin komuta merkezinde, duvarda büyük bir dünya haritası var. İngiltere ve Rusya masmavi, Avrupa’nın göbeğinde uzaylıların rengi olan kırmızı renkler var ama o anda Türkiye görünüyor ve simsiyah, hiçbir olay yok. Ne uzaylılar gelmiş ne birşey. Eminim birgün bu uzaylılar bize de uğrayacak.
CİNAYET UYUŞTURUCU VE IRKÇILIK ŞEYTAN ÜÇGENİ
APARTHEID’ın (Afrika dilinde ‘ayrılık’ demek) etkisi daha ne kadar sürer? Irkçı rejimi kaldırmakla ırkçılık biter mi? Ayrımcılık ve şiddetin izleri kurbanların belleklerinden ve vicdanlarından kolay kolay silinir mi? Güney Afrika’da geçen polisiye aksiyon türündeki Zulu, bu soruları akla getirmekle birlikte doğrudan ele alan bir film değil. Alt metnindeki mesele yazıya döküldüğünde, ekrana yansıyan filmdekinden daha ciddi görünüyor! Zulu, Cape Town’da işlenen bir cinayeti araştıran polislerin ırkçılığı körüklemek niyetiyle üretilmiş, kullananı şiddete yönelten yeni bir tür uyuşturucunun varlığını keşfetmeleri üzerine meydana gelen olayları konu alıyor. Fransa-G. Afrika ortak yapımı, Fransız yönetmen Jerome Salle imzalı Zulu’da başrolleri iki ünlü oyuncu, Orlando Bloom ve Forest Whitaker üstleniyor. Salle, filmi üstün nitelikli bir polisiye aksiyon olarak çekmiş; teknik yönden etkileyici bir yapım. Ama ilginç alt metnine rağmen senaryosu türün klişeleriyle dolu, dolayısıyla olaylar tam da beklendiği gibi gelişiyor, karakterleri kendilerinden bekleneni yapıyor. Bloom daha genç ve daha kontrolsüz dedektif Brian’ı, Whitaker daha deneyimli ve daha sağduyulu Cinayet Masası Amiri Ali’yi canlandırıyor. Her ikisinin de ülkelerinin karanlık geçmişiyle malul, başa çıkamadıkları kişisel sorunlar takip ettikleri davaya yansıyor.
BARIŞ KILIF ALTINDAKİ ADALETSİZLİK
Kökeni dolayısıyla filme adını veren Ali’nin çocukken Kwa Zulu-Natal eyaletinde babasının diri diri yakılışına tanık olması ve adaleti sağlamak için polislik mesleğini seçmesiyle filmin politik alt metninde değinilen, apartheid’ın artçı etkilerinin çelişkisi vurgulanıyor. Brian iç huzuru bulamayan ve kendine hakim olamayan bir maço. Boşandığı karısının zengin bir adamla birlikte olmasını, oğlunun onlarla yaşamasını hazmedemiyor ama hayatını ve davranışlarını da düzene sokmaktan aciz. Cinayet masası ekibi, 20 yaşında bir kızın öldürülmesini araştırırlarken kendilerini yeni bir uyuşturucu türünün ticaretini yapan çetenin peşinde buluyor. Etnik bomba diye adlandırılan bu uyuşturucu, apartheid’ın genetik araştırmaları sonucu ortaya çıkarılmış bir kimyasal ürün! Laboratuvar fareleri üzerindeki etkisini gösteren sahneyi -özel efektlerle yapıldığını bildiğiniz halde- izlemeyi içiniz kaldırmayabilir. 15-25 yaş arası başta olmak üzere erkek izleyicilere hitap eden tarza sahip. Brian ve Ali, Conrad Kemp’in canlandırdığı ortakları Dan’in ölümüyle sarsılıyor, davayı daha da kişiselleştiriyorlar. Zulu, apartheid’ın hala daha kafalardan ve vicdanlardan temizlenmediğini, o sistemin suçlularının aklanmaya çalışıldığını, toplumsal barışı sağlama kılıfı altında adaletsizliğin devam ettiğini ancak dolaylı olarak gösteriyor.