Dünyanın En Güzel Kokusu filminin yönetmeni Mustafa Uğur Yağcıoğlu ve oyuncusu Esra Ruşen ile hem filmlerini hem de sinemanın dertlerini konuştuk.
Gişe filmlerinin kalitesizliği sinemamızın birçok probleminin önemlilerinden biri. Geçtiğimiz ayın sükse yapan filmlerinden biri olan Dünyanın En Güzel Kokusu bu kalite çizgisini kendi adına yukarıya taşıyan bir filmdi. Biz de yönetmen Mustafa Uğur Yağcıoğlu ve oyuncu Esra Ruşen ile hem filmi hem de genel dertleri konuştuk. Özellikle fiziğiyle sinemanın ayrıksı yüzlerinden biri olmaya aday Esra Ruşen’e niye daha çok onu perdede göremediğimizi sorduk.
- İlk önce senaryo ile başlayalım, yazının hikayesini alalım sizden.
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Gerçek bir hikayeden esinlendim. Bir arkadaşımla şakalaşırken, filmin ana çizgisi ortaya çıktı, sonrasında da bu bir film konusu olabilir galiba demeye başladık. Üzerinden aylar geçti ve yine başka bir arkadaşımla konuşurken yükseldim, sonrasında iki hikayeyi birleştirip bir senaryo yazdım.
Her karakter bir sınıfın temsili
- Peki sizin rolünüz hakkında bilgi alalım.
Esra Ruşan: Kübra benim karakterimin adı, başroldeki kızımızın en yakın arkadaşı. İstanbul’da yaşayan bu iki kız her şeylerini birbirlerine anlatan tipler.
- Bu tür hikayeleri daha çok romantik komedilerde görürüz, temeli nerden aldınız?
M.U.Y: Bizde her karakter, aslında toplumda belli bir sınıfı temsil ediyor. Kübra da öyle seyircinin karakterle özdeşleşerek, ‘Benim gibi’ diyebileceği bir karakter.
- Peki dilinizi nasıl oluşturdunuz? Yani hangi dile daha yakınsınız?
M.U.Y Bu konuda en büyük iddiamız filmde, çok gerçekçi bir hayat diil kullandık. Ilişkileriyle, mekanlarıyla, insanlarıyla, yani, örnek Esra’ya ben senaryoyu yolladığımda, “Sanki bizim olduğumuz ortama kamera koymuşsun” demişti. Böyle geri dönüşler aldım ben. Onda da gerçek dünyadan izdüşümleri almaya çalıştım. Gerçek olmasına uğraştım, tesadüf değil, denedim. Olmuş mu olmamış mı bilemedim.
- Bu role kendinizden ne kattınız? Hazırlanmak zor olmadı mı?
E.R: Aslında zor olmadı. Uğur’la biraz konuştuk başlamadan, çok güzel tipler verdi bana karakterle ilgili. Belli bir açıdan bana çok benziyor ancak bazı tepkileri hiç de benim yapacağım türden değil. İki tarafı dengelemeye çalıştım.
- 2012’de son filminizi gördük.O süreçten bu zamana neler yaptınız?
E.R: Ben en son bu yaz Tatlı Küçük Yalancılar’da oynadım. 2015 yazında 13 bölüm kadar sürdü, sonra bitti.
- Sinema dünyasının bir oyuncusu olarak bu ortam sizi tatmin ediyor mu?
E.R: Ben çok mutluyum çünkü çok genç yazar, yönetmen, oyuncular çıkıyor. Sinemada çeşitlilik ve farklılık olmaya başlandı. Çeşitliliğin artması bence hem oyuncu hem de izleyiciler için çok iştah açıcı. Zaten yönetmenlerle buluşulduğu sürece sorun olmuyor, oyuncular bunun için var.
- Siz de bir yönetmen olarak aynı şeyleri mi düşünüyorsunuz?
M.U.Y: Şu anki sinema dünyası isteyene bu yolda çabalayana, yönetmen ve yazarlar açısından söylersem, imkanlar sunuyor. Bir şekilde vazgeçilmezse eğer sonunda istenilenler yapılıyor.
- Takip ettiğiniz, usta diyebileceğiniz yönetmen var mı?
M.U.Y: “Her yazar kendinden öncekilerin yetiştirmesidir” diye bir laf var. Her yönetmen de öyledir. Ama tek bir usta diyorsanız, öyle bir ustam olmadı. Biraz da Yeşilçam’dan bugünün sinemasına geçilirken o usta - çırak ilişkisi dağıldı. Bugün çok daha çeşitli, çok daha kafa karıştırıcı bir sektör var.
- Filmlerin yıldızlar üstünden yürümesini onaylıyor musunuz? Yıldız sistemine nasıl bakıyorsunuz?
E.R: Bence artık yönetmenler oyuncusunu tanıdığı için seçiyor, sınırlarını bilen, neler yapabileceğini kestirebildikleri insanları istiyorlar. Yıldız sistemi de tabii ki hala devam ediyor ancak genel olarak tanıdıklarına yönelmiş durumda yönetmenler.
- Peki gişe filmlerinin yıldız sistemiyle daha çok önlerinin açılabileceğini düşünüyor musunuz?
M.U.Y: Biraz tersi olduğunu düşünüyorum, bizim filmimizden yola çıkarak cevap vereyeim; bir kıyafeti olmayan birine oldurmaya çalışmak işi başarısız hale getiriyor.
İnanmadığımız, inanmayacağımız bir starı bir rolde görmektense, belki o kadar endüstri içinde star olmayan ama oraya yakışan birini görmenin endüstriyi yükselteceğini düşünüyorum. Hollywood’un da yaptığı bu aslında. İnandırıcılık hepsinden çok daha önemli.
Her filmin derdi farklı
- 2000’lerin başlamasıyla feminizmin geriye adım attığını düşünüyor musunuz?
Esra Ruşan: Ben biraz kadın filmlerinde eksiklik olduğunu düşünüyorum. Kadın hikayeleri pek fazla yazılmıyor bu ülkede. Mesela Uğur’unki büyük bir bölümüyle bir kadın hikayesi bence. Ki kadın filmi olduğunda içinde feminist bir yaklaşım da olacaktır illa ki. Kadın hikayeleri eksik olduğu için bu bahsedilen şeyde eksiklik hissediyorum ben bir oyuncu olarak.
- Kaleminizi elinize aldığınızda toplumsal baskılar sebebiyle endişeleniyor musunuz?
M.U.Y: Aslında şunu söyleyebilirim ki, toplumsal baskının sanat için tahrik edici bir yanı vardır. 80’lerin ardından feminist filmlerin yapılmasının sebebi de çok önemli toplumsal baskıların ardından bir yerlerden o gazın fışkırmasıdır. Esra’nın söylediğine katılıyorum. Her dönemin daha popüler dertleri vardır. Aslında doğal seleksiyon, sinema kendi derdini buluyor, kendi derdiyle ilgili filmler yapıyor. Demeye çalıştığım, bu dönemde de bu tarz filmler illa ki yapılıyordur ancak nicelik olarak azlığı sorun oluyor olabilir.
- Filmle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?
M.U.Y: Ciddi bir hazırlık döneminden geçtik. Özellikle ana aşk hikayemizi yaşayan iki oyuncumuzu çok uzun dönemli bir hazırlığa soktuk. Ben yönetmen olarak onlara ayak uydurmaya çalıştım.
E.R: Bence çok sıcak, çok gerçek bir film. İzleyiciyle buluştuğunda da yerini bulacaktır diye düşünüyorum.