Bazen böyle olur: Merak ettiğim halde ilgilenemediğim bir kişi, konu veya eser tesadüfen başka bir vesileyle karşıma çıkar... Bu defa da öyle oldu: Etrafımda sürekli konuşulan, ama izleyemediğim Kıvanç Tatlıtuğ’un başrol oynadığı ‘Kurt Seyit ve Şura’ dizisinin farklı versiyonuyla bir kitabın sayfalarında karşılaştım....
Ülkemizin en ünlü sanayicilerinden Sabri Ülker’in Hulusi Turgut tarafından can verilmiş hayat hikâyesini okurken...
Kitap bana pek çok şey öğretti: Göçmen kabul eden ülkelerin tırnağını dişine takarak başarılı olmaya çabalayan insanlar sayesinde kalkındığını... Sanayiden de para kazanıldığını, ama esas kazancın ticarette olduğunu... Aile şirketlerini yürütmenin zor, aile birliğini sonuna kadar ayakta tutmanın imkânsız olduğunu... Bazen sorunların sizin için fırsat teşkil ettiğini... Başarı için süper zekâ, muhteşem bir eğitim değil, sabır, sebat ve istikrar gerektiğini...
Dünyanın en büyük gıda firmaları arasında sayılıyor Ülker bugün; ülkemizde alanının en büyüğü... İlgi bölgeleri Çin’den ABD’ye kadar uzanıyor... Bazı ülkelerde kendi adıyla, bazısında ise ‘Godiva’ adıyla biliniyor ve seviliyor. Seviliyor, çünkü ürünleri insanları çocukluktan yaşlılığa her dönemde mutlu ediyor...
‘Ülker’ markasının arkasındaki aile Türkiye’ye 1920’lerin sonunda Kırım’dan göç edip Tekirdağ’ın bir köyüne yerleşiyor... Ailenin fertleri, İstanbul’da ‘Ülker’ markasıyla bisküvi imalâtına başladıkları 1944 yılına kadar, işportacılık dahil her türlü işte çalışıyor, sonunda şekercilikte karar kılıyor... Çocuklar büyüyünce iki kardeşin (Asım ve Sabri) yollarının ayrılması gerekiyor (1987)... İki kol birbirinden bağımsız yollarına devam ediyorlar...
Çok yabancı değil bu hikâye bana; bizim ailenin kaydettiği yol da —marka olma ve Forbes listesine girme başarısı dışında— bundan çok farklı değil: Bizimkiler 1920’lerin başlarında Prizren’den göç ediyor, önce İstanbul’a, sonra İzmir’e yerleşiyorlar... İşportacılık dahil her işi yapıp kendi dükkânlarını açıyorlar... Aile soyadıyla bir ‘koku’ firması kuruluyor... Patlak veren ihtilâflar çocuklar büyüyünce yolların ayrılmasını getiriyor...
Herhalde benzer hikâyeye sahip yüzbinlerce aile vardır Anadolu’da...
Sabri Bey’in (Ülker) hayat hikâyesini okurken bana kendi ailemin yolda bıraktığı işaretleri hatırlatması Hulusi Turgut’un ustalığının eseri...
Kurt Seyit Kırım’dan aile dostu. Sabri Bey’in çocukluk arkadaşı. Asker. Macera adamı. Adı da, maceraları da Nermin Bezmen’in üç kitapta hayatını anlattığı, dizisi çekilen kişiye benziyor. Maceraları daha az değil, çok daha fazla; ancak Bezmen’in ‘dedem’ dediği kişiden en az bir nesil sonrasına ait... Rus ihtilâlinin değil, 2. Dünya Savaşı ve sonrasının insanı...
Sırtındaki üniforma Nazi ordusuna ait... Hitler’in orduları 1941’de Kırım’a giriyor ve yerli halktan asker devşirmeye başlıyor. Kurt Seyit orduya yazılanlardan biri... Alman askeri olarak Kızıl Ordu’ya karşı savaşıyor... Savaş Hitler’in yenilgisiyle sonuçlanınca, Kırım’daki Alman askerleriyle birlikte gemilere doluşan Kırımlı gençler Köstence’ye (Romanya) ulaşıyor...
Almanlar Kırımlı askerlerle yollarını orada ayırıyorlar...
Macaristan... Çekoslovakya... Avusturya... Kurt Seyit ve arkadaşlarının kaçarken uğradıkları ülkeler... Sonunda İtalya’ya varıyor ve ABD’nin kamplarına sığınıyorlar... Çeşitli kamplar... Sonunda bir Amerikan subayı Kurt Seyit’in anlattıklarına inanıp onun Türkiye’ye göç etmesine izin veriyor (1948)...
Daha sonra ABD’ye gidip oranın vatandaşı oluyor Kurt Seyit ile ikinci eşi Nuriye Hanım (1960)... 1986’da İstanbul’a kesin dönüş yapıyorlar...
‘Akşama Babacığım Unutma Ülker Getir’ isimli kitaptan (s. 226-232) öğrendim bu hayat hikâyesini... Eğer kendisiyle yapılan röportajlarda ‘dedem’ dediği Kurt Seyit ile Şura’nın fotoğraflarına yer vermeseydi, Nermin Bezmen’in romancı muhayyilesinin kahraman seçtiği kişiyi bir nesil erkene, mekânı da Kırım’dan Sen Petersburg’a taşıdığını düşünebilirdim... O kadar benziyor yani...
Şu sırada “Azınlıklardan neden devlet memuru alınmıyor, diplomat, subay, yargıç olamıyorlar?” sorusu soruluyor ya, Sabri Ülker’in 1950 öncesine ait Diyarbakır’da geçen askerliğine dair anılarından (s. 225), Hayim Kohen adlı bir Musevi avukatın tümende ‘askeri hâkimlik’ yaptığını anlıyoruz.
Okursanız, kitapta sizler de öğretici pek çok ayrıntı bulacaksınız...