2014’ün ilk günündeyiz. Yeni yılın hepimiz için huzurlu, hayırlı, bereketli olmasını diliyorum.
Ancak, diliyorum dilemesine de, politik işaretler bu senenin epey sıkıntılı geçeceğini ima ediyor.
Mesele sadece Mart sonundaki yerel seçimler ve Haziran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi değil. Evet, peş peşe gelen bu iki sandık siyasi tansiyonu mutlaka yükseltecek. 2015 genel seçimlerinin erkene alınması ihtimali de cabası.
Ama daha da derin iki problem var önümüzde. 2013’te patlak veren ve 2014’e miras kalan iki ayrı çatışma ekseni bunlar: Gezi Parkı hareketi ve Hükümet-Cemaat sürtüşmesi.
İktidar her iki çatışma ekseninde de kendini ölümcül birer saldırı altında hissetti. Karşılık vermek için de, muhaliflerinin kötü niyetli davrandığı ve bir uluslararası komploya eklemlendiği tezini öne çıkardı. Bu ise tabanın konsolide edilmesi sonucunu doğurdu ki, bu açıdan kuşkusuz akılcı ve başarılı bir stratejiydi.
Ancak aynı stratejinin bir de handikapı var: Politik gerilimin sürekli yüksek kalması, hatta daha da yükselmesi. Bu, ülkenin yönetimini zorlaştırıyor, küresel itibarına zarar veriyor, ekonomisini sarsıyor. Hepimizin üzerinde bulunduğu gemi aşınıyor yani. Bu faturanın tüm sorumlusunun “öteki taraf” olduğunu vurgulamak da pek bir şey değiştirmiyor, bir çözüm oluşturmuyor.
Dolayısıyla bir çözüm üretebilmek için belki yapılan teşhislerde ve izlenen stratejilerde bir hata payı olup olmadığını sorgulamak, tartmak yerinde olabilir.
Bu açıdan, Star’ın hem yayın danışmanı hem köşe yazarı olan değerli dostum İbrahim Kiras’ın önceki gün yayınlanan yazısındaki şu satırları önemli buldum:
“Gezi Parkı olayları bence doğru teşhis edilemedi. Üstüne üstlük ‘siyaseten’ çözülmesi gayet kolay olan bir mesele ‘polisiye’ tedbirle çözülmeye çalışıldı. Bundan dolayı da yangın daha fazla büyüdü.”
Evet bence de öyle oldu Gezi Parkı olaylarında.
Bu ise bir sürpriz değildi. Çünkü, siyaseten çözülmesi gereken sorunları polisiye (yahut askeri) yöntemlerle çözmeye çalışmak, Türkiye’nin “normal”idir zaten. Devletin geleneği, toplumun kültürü, ülkenin fabrika ayarıdır.
Yine de, mevcut iktidar, bu “normal”i aslında başta Kürt sorunu olmak üzere pek çok kadim problemde aşmıştır ve bu yüzden de takdiri hak etmektedir. Ancak belki de bizzat kendisini hedef alan siyasi sorunlarda aynı açılımı göstermekte zorlanıyor olabilir. Bilhassa da onu tam zıt yönde teşvik eden iyi gün dostlarının yüksek sesleri arasında...
Gezi’den çıkıp da ondan daha da hararetli bir mesele haline gelen Hükümet-Cemaat sürtüşmesine gelince, ben yine benzer bir tablo görüyorum.
Temelinde sivil toplum vasfı taşıyan, ancak bürokrasi içinde de önemli bir varlığı bulunan bir dini cemaat ile, seçilmiş meşru hükümet arasında yaşanan politik bir gerilim bu.
Bu “politik” gerilimi “polisiye” tedbirlerle çözme niyeti olduğuna dair de duyumlar var. Abdurrahman Dilipak’ın iki gündür tartışılan bir yazısına bakılırsa, büyük bir “operasyon” var ufukta.
Ben büyük istihbaratlara sahip değilim, ama hukuki ve politik düzeyde şunu söyleyeyim: Eğer devlet gücünü suistimal etmiş bürokratlar, polisler var ise, bunlardan elbette hesap sorulmalı, adaletin önü açılmalıdır. Ama buradan yola çıkarak dev bir camianın sivil toplum kurumlarına, medyasına, sermayesine karşı cadı avı başlatmak, hem hukuken hem de siyaseten korkunç bir hata olur. Tamir edilemez tahribatlar yaratır.
Önümüzdeki dönemde ihtiyacımız olan şey daha fazla kavga değildir. Daha fazla huzurdur, sükunettir, itidaldir.