Bizim milli takımı tanımlamak için, iki kelime yeterli kalır: Yetenekli ama tembel...
Bir kere maç seçiyor... Hazırlık maçlarını hiç sevmiyor. Üstelik “Aman sakatlanmayayım” diye, diye kendini korumaya alıyor. İkili mücadelelerde yeterli sertlikte ve dirilikte değil. Hakemi etkilemek adına; her kararına itiraz alışkanlığı, oyundan düşmemize yolaçıyor. Dikkat dağınıklığı yaşıyoruz.
Uluslararası puan maçlarında, rakibin gücüne göre, oyun disiplini kayboluyor. Rakip zayıfsa, dalgacı... Güçlüyse endişe içinde ve bu yüzden güven kaybına uğruyor.
***
Bu temel eksiklerimiz/yanlışlıklarımız/zaaflarımız hiç değişmiyor. Bu açıdan bakıldığında; İrlanda ve Karadağ maçları da, benzer karakter yapısı içinde geçti.
İlk maçta kazandık ama; rakibimiz oyundan tümüyle kopuktu. Maçta yoktu, sanki zoraki sahaya çıkmış gibiydi. Üzerimize gelmedi, pozisyon üretmedi, maçı külfet olarak gördü. Bu atmosferdeki rakibe karşı bile, çok yaratıcı değildik. Pozisyonlarımızı zenginleştiremedik. Rakip top oynamamıza izin verdiği için, milli takımımız olumlu oynuyor gibi göründü. Aldatıcı bir tabloydu.
***
Dengimiz olmayan çapsız Karadağ karşısında, kısa sürede durumu 2-0 yaptıktan sonra; klasik boşvermişliğimiz devreye girdi. Maçı bıraktık... Evsahibi takım, kabul edilemeyecek şekilde üstümüze geldi ve etkili oldu. Maçı kazanmak üzereydiler.
Böylesine sorumsuz oynarsanız, yeteneğiniz ne olursa olsun; hayal kırıklıkları hep yakın dostunuz olur. Oyunu, rakibi ve stratejiyi ciddiye almazsanız; rakibin zayıf olması, makus talihinizi değiştirmiyor. Her zaman şamar oğlanına dönersiniz.
Avrupa’da San Marino, Faroe Adaları, Malta, Lüksemburg, Liechtenstein ve Karadağ gibi minik cep ülkelerinden en fazla dayak yiyen tek ülkenin Türkiye olması, bir rastlantı değildir.
Huyumuz böyle, huyumuz kurusun!
İşin kötüsü... Başımızda Lucescu değil; Mourinho, Wenger, Guardiola bile olsa, bu kafayla değişen bir şey olmaz. Bu yüzden, milli takımla ilgili hiçbir umut ışığı taşımıyorum.